ŞAŞIRAMIYORUM

Hayatım boyunca hep özgür oldum. Çocukluğumda da yetişkinliğimde de ailem kararlarımı hep destekledi. Bazı dönüm noktalarında itiraz etmiş olsalar da, tercihlerime son tahlilde güvendiler, engel olmayı düşünmediler. Bir kadın olarak bireysel haklarının kısıtlanması sorununa çokça maruz kalan annem, çocuklarının özgür, kendine yeten ve kimseye muhtaç olmayan kişiliklere sahip olması için ayrıca bir titizlik gösterdi.

Bu durumun tek istisnasını ortaokula başlayacağım zaman yaşadım. Ben eğitim hayatıma “düz” ortaokul ve liseden devam etmek isterken, annem İmam-Hatip Lisesine gitmem için çokça ısrar etti. İsteksizliğimin nedeni sadece zor olduğunu düşünmemle ilgiliydi; yoksa hem o okula gitmek bizim şehirde gayet itibarlıydı hem de okul şehirdeki başarılı okullar arasında sayılıyordu. Annem için önemli olan iki şey vardı: Okuyup eğitimli olmamızı hayatının en önemli hedefleri arasına yerleştirmişti, ayrıca “dinini-imanını bilen, ahlâklı” insanlar olmamız, onun için olmazsa olmazdı.

Muhafazakâr kesimde yaygın olan anlayış onda da vardı; ahlâkın yolu “inançlı” olmaktan geçiyordu. Ne kadar dindar bir Müslümansanız o kadar da ahlâklı bir insan oluyordunuz. Aslında bunun çokça istisnasını bizzat görmüştü. Haksızlığına ve ahlâksızlığına şahit olduğu insanların büyük bir kısmı namazında-niyazında ve “hacı” olan insanlardı. Ama tutumunu bu insanlara bakarak değil, ideali olan İslâmi yaşayışı düşünerek belirlerdi. Ahlâksız dindarlar, ona göre dinin ruhundan habersiz kimselerdi.

Eğitime ve dindarlığa (dolayısıyla ahlâka) bu kadar önem veren annem için ideal olan okul, İmam-Hatip’ti. İki alanda da çocuklarına vereceği eğitim açısından bir yaştan sonra kendisini artık yetersiz görüyor, emin ellere teslim ederek gönlünü rahatlatmak istiyordu. Bütün direnmelerime rağmen beni dinlemedi, bu konuda hiçbir itirazı kabul etmeyeceğini söyledi. Sonunda İmam-Hatip Lisesine giderek kaydımı yaptırdık.

Dört haneli bir okul numarasına sahip olmanın ve ilk defa takım elbise giymenin, yani yetişkinlik dünyasına ilk adımları atıyor olmanın gururuyla başladı bu süreç. Diğer liselerde verilen derslerin üstüne bir de “meslek dersleri”ni de aldığımız için bazı günlerde dokuz saati okulda geçirdiğimiz oluyordu; ama yine de keyifliydi. Hem dinî bilgileri öğrenmek hem de ileride sahip olmak istediğimiz meslekler için gerekli dersleri almak ayrı bir haz veriyordu.

Meslekler deyince, zannedildiği gibi, İmam-Hatip öğrencileri Diyanet kadrolarına yönlendirilmezdi. Okulda aldıkları “temel”le birlikte daha seküler alanlara girmeleri ve oraları “doldurmaları” öğütlenirdi. Örneğin üniversite tercihlerine İlahiyat Fakültelerini yazmak pek de makbul sayılmazdı. Başta sayısal bölümler olmak üzere, diğer bölümleri kazanmak için yeterli puanı olmayanlar, ancak son bir çare olarak çaresizce İlahiyat Fakültelerini seçerlerdi.

Din, hayatın tamamen merkezinde olmalıydı hocalarımıza göre. Hatta tarihteki ve şimdiki bütün sosyal ve siyasi olaylar dinî bakış açısıyla ve dinî kavramlarla anlatılırdı; ayrı bakışlardan ve yorumlardan pek haberdar edilmezdik. Dışa kapalı bir paralel dünya yaşanırdı; her karşılaşılan olaya kendi kavramlarıyla açıklamalar yapabildiği için kendi içinde huzurlu, dışarıyı yabancı ve düşman bellediği için hep çatışmacı, dinin her şeye yeterli cevapları olduğuna inandığı için arayışsız bir dünya…

Bu dünyanın dışından haberdar olmak ya da dışına çıkmak, ancak kişisel çabalarla mümkündü; tabii bu hiç de kolay değildi. Sırtını Allah’a yaslamış olduğu için kendinden emin konuşan hocalara ve dinin gerçek yorumu olarak sundukları görüşlerine itiraz etmek, karşınıza koskoca dini almak anlamına geliyordu ve o yaşlarda bununla baş edebilmek neredeyse imkânsızdı.

Genel olarak Sünnilik de değil, Hanefi İslâm anlayışını İslâmın kendisi olarak sunarlar, son derece gelenekçi, muhafazakâr ve kuru/ruhsuz bir İslâm yorumunu her fırsatta öğrencilere benimsetmeye çalışırlardı. Doğru tarafta oldukları inancı, pedagojik prensipleri de ihmal etmeleri için sözüm ona “haklı” bir gerekçe oluştururdu; zorla namaz kıldırmak, yurtta kalan öğrenciler arasında sabah namazına camiye gitmeyip yatakhanesinde kalanlara dayak atmak gibi…

Hocaların bu tutumundan öğrenciler de büyük oranda etkileniyordu haliyle. Çatışmacı bir dindarlık anlayışı benimseniyor, “karşı taraftan” birileri bulunduğunda affedilmiyordu. Çatışılacak taraflar, CHP ve SHP ile destekçileri başta olmak üzere, çoğunlukla seküler kesimden oluşurdu. Onlar din karşıtlarıydı ve onlara karşı “Müslümanların” güçlenmesi gerekiyordu; evet, “Müslümanların”! O yüzden öğrenciler iyi çalışmalı, iyi yerlere gelmeliydi.

Hocalar arasında az da olsa “seküler” görünümlü olanların işi çok zordu. Örneğin Fen Bilgisi öğretmeni, ders sırasında dindarlığını ve tarafını inatla göstermeye çalışırcasına ağzında misvakla dişlerini temizleyen arkadaşlara, “Hz. Muhammed bugün yaşasa misvak değil, diş fırçası kullanırdı,” dediğinde sert ve saygısız tepkiler alıyordu.

Dindar görüntüsü olmayan, ya da “karşı” taraftan olduğu az-çok tahmin edilebilen öğretmenlere yapılacak en bayağı meydan okumalardan biri, ezan duası olurdu. Ders sırasında dışarıdan ezan sesi geldiğinde, ezan biter bitmez çoğunlukla muzip hafızlardan biri yüksek sesle ezan duası okumaya başlar, her bir cümlenin sonunda da sınıf toplu halde ve gayet yüksek sesle “Amiiin,” derdi. Hoca bu duruma müdahale ederse “din karşıtlığı” açığa çıkacak ve ona göre tepkiler alacaktı, müdahale etmezse de İslâmın sınıftaki “gücü ve zaferi” tescillenmiş olacaktı! Bu durumda hocaya düşen, sanki yapılması dinin emirlerindenmiş gibi gösterilen bu duanın, daha doğrusu “Show”un bitmesini sabırla beklemekti.

İşin ilginç yanı, “karşı” tarafın ya da “düşmanların” yalnızca laik kesimden olmamasıydı. Okulda Milli Görüş düşüncesi hakimdi ve yöneticiler ile hocalar, İmam-Hatip Liseleri birer devlet okulu değil de âdeta Milli Görüş Cemaatinin özel okullarıymış gibi bir rahatlık içinde hareket ederlerdi. Nitekim Erbakan da o yıllarda bu okulları “arka bahçe”si olarak tanımlamıştı. Hal böyle olunca, Milli Görüş’e ve Refah Partisi’ne mesafeli olan diğer cemaatler de düşmandı; çünkü “Müslümanların” parlamentodaki tek temsilcileri olan Refah Partisi’ne destek vermemek, “doğal olarak” İslâm karşıtlarına destek vermek anlamına geliyordu onlara göre. Hatta bir hocamız, kendisiyle özel bir sohbetimizde, “Refah Partisi’ne oy vermeyen kâfirdir!” şeklindeki hükmü bile rahatlıkla savunabilmişti.

Bu türden düşmanların başında Gülen Cemaati gelirdi o yıllarda; çünkü iki grubun liderleri arasındaki mesafe herkesçe bilinirdi. Ortaokula başladığım ilk günlerde, üst sınıflardan Milli Görüşçü abiler, derslerimdeki başarılarımdan dolayı beni bulup bazı kişileri işaret ederek, “Sakın şunlara yaklaşma ve konuşma, onlar Nurcular!” diyerek uyarma gereği hissetmişlerdi. Bazı hocalar da derslerin ortasında yerli-yersiz ve dolaylı-dolaysız, Said Nursi’den ve Fethullah Gülen’den bahisler açarlar, sakal bırakmamış ya da evlenmemiş olmaları üzerinden aşağılarlar, sonuçta da olay bir şekilde yine siyasete bağlanırdı. Gülen Cemaatinin ve diğer Nur cemaatlerinin sohbetlerine giden öğrenciler bir şekilde taciz edilir; hatta bu gruplarda aktif olan öğrenciler, bizzat müdür yardımcımız tarafından, okuldan atılmak veya ilçelere sürülmekle tehdit edilirdi.

Gülen Cemaati de yine o yıllarda oldukça sistematik bir şekilde İmam-Hatip Liseleri üzerinde çalışır, öğrencileri kendi gruplarına dahil etmenin sessiz ve derin mücadelesini verirdi. Yani 2010’lu yıllarda bu iki grup arasında tanık olunan güç mücadelesinin çok eski ve köklü bir tarihi var. AK Parti iktidarı ile Gülen Cemaatinin arasının açılmaya başladığı zamanlarda toplumda büyük bir şaşkınlık görünce, Taraf gazetesinde “Parantez kapandı” başlıklı bir yazı yazmıştım. Çünkü istisna olan, iki grubun karşıtlıkları ve mücadeleleri değil, aynı çatı altında durabilmeleriydi, o da artık bitmişti.

Benzer bir gerilim Süleymancılar Cemaati ile de vardı. Süleymancılar bu okulları “İmam-Hatab” (Arapça “odun”) diyerek aşağılar, kendi alternatif dinî eğitim kurumlarını yüceltirlerdi. Ancak sayıları ve faaliyetleri okulda yok denecek kadar az olduğu için bir “tehdit” teşkil etmezler, haklarında neredeyse konuşulmazdı bile.

İmam-Hatip, bir dava okuluydu. İslâm, daha doğrusu siyasal İslâm davasının okulu. Laik devlete karşı “içerideki” en büyük kalelerden biriydi. Oyun laik Cumhuriyet’in kurallarına göre oynanıyordu; görünürdeki her şey gayet meşruydu. Geleceğin Türkiye’sinin temelleri ve kadroları yetiştiriliyordu. M. Emin Ay’ın seslendirdiği “Ben İmam-Hatipliyim” ilahisindeki sözler de tam bunu yansıtıyordu: “Köklerim mazidedir, yepyenidir geleceğim / Bekleyin çok gecikmeden mutlaka geleceğim / Milletimin ümidi olan yüce dava için / Gerekirse gözümü ben kırpmadan öleceğim / Malazgirt’ten Viyana’ya uzanır benim elim / Geliyorum sevinin ben, ben İmam-Hatipliyim.”

Bu “cihat ruhu” hep diri tutulurdu. Lise birinci sınıfta, müdür yardımcımız namazda safların düzgün olması gerektiğini, savaşa giden askerlerin “ip gibi” dizilmelerinin ve belli bir nizam içinde olmalarının öneminden hareketle açıklamaya çalışınca yanımdaki arkadaşımla göz göze gelmiş, dinin ve ibadetlerin bu denli siyasallaştırılmasından duyduğumuz rahatsızlığı paylaşmıştık.

Arada siyasal İslâmdan uzak hocalarımız olurdu ama onlar istisnaydı. En insani şekilde diyalog kurabildiğimiz ve belki de en sevdiğimiz hocamız bir Atatürkçüydü. Ona yakın olanlar da, meslek dersi hocası olsa da siyasal İslâmdan uzak duranlardı. Bu istisnaların haricindekilerle sıradan insani ilişkiler geliştirmek son derece zordu; tabii onlarla aynı görüşleri paylaşmıyorsanız…

Bu hal böyle devam etti gitti. Annemin hayatıma yaptığı tek müdahaleyi sonuçlandırdım ve üniversiteye, yakınlarımın itirazlarına rağmen istediğim bölümü seçerek geçtim. Son sınıfımdayken 28 Şubat süreci başlamış, Necmettin Erbakan, başbakan olduğu Refah-Yol hükümetiyle iktidardan indirilmişti. İdeallerini siyasal iktidarı ele geçirmek üzerine kuran bu hareket, gelebileceği en yüksek yerden tepetaklak düşürülünce büyük bir sarsıntı yaşadı ve bir nevi sönüşe geçti. Grubun 90’lı yıllardaki en ateşli vaizi Şevki Yılmaz, “Yanlış yapmışız,” dedi, Abdullah Gül, “Devleti tanımamışız,” dedi, nihayetinde Milli Görüş’ün en sempatik ve karizmatik isimlerinden olan R. Tayyip Erdoğan, “Milli Görüş gömleğimi çıkardım,” dedi, “değiştim,” dedi ve Erbakan’dan ayrılarak AK Parti ile birlikte yeni bir siyasi oluşum başlattı.

İmam-Hatip’teki son yılımdan bu yana tam yirmi yıl, AK Parti iktidarının başlamasının üzerinden de tam on beş yıl geçti. Okuldaki hocalarımın söylediği idealler ne ise hepsinin, yaklaşık 2009’dan beri adım adım hayata geçirildiğine şahit oluyorum. O günlerde “düzen” diye devamlı yerilen devlet ideolojisinin ve sisteminin yerine şimdi kendi arzu ettikleri “düzen”in tesis edilmesini izliyorum.

Bu yazıyı yazdığım bugünlerde iktidarın ilan ettiği OHAL günlerini yaşıyoruz ve birbirinin peşi sıra gelen KHK’lara maruz kalıyoruz. Her bir KHK ile ülkenin yetiştirdiği çok sayıda insan, herhangi bir suçu ispatlanmadığı halde işinden ediliyor, yurtdışına çıkışı yasaklanıyor ya da hapse atılıyor…

İktidardakilerin ya da onlara sırtını yaslayanların söylemlerine baktıkça, hepsinde de İmam-Hatip’teki hocalarımı görüyor ve duyuyorum. Aynı dışlayıcı tavır, aynı kutuplaştırıcı retorik, aynı çatışmacı psikoloji. Aynı din anlayışı, aynı din istismarı, aynı tekfirci gelenek. Bir farkla; şimdi bütün o kişiler ve ideolojileri, bütün o halleri ve özellikleriyle iktidardalar ve sınırsızca muktedirler. O zamanlarda küçük çapta sergilenen anlayış ve yönetimler, şimdi ülke çapında gerçekleştiriliyor. O zamanlarda kurulan hayaller şimdi artık hayata geçirilmiş halde.

Yine devletin, yani halkın ortak kurumlarını kendilerininmiş gibi kullanmalar, yine kendilerine muhalif olanları veya farklı görüşte olanları devletin kurumlarından ihraç etmeler, yine kendi anladıkları “millet”in ve “milliliğin” dışındaki her şeyi gayri milli ve gayri İslâmi olarak görüp göstermeler…

O zamanlar gücü ele geçirme mücadelesi yaşanıyordu, şimdi gücü elden kaçırmama mücadelesi. Gücü elde etme çabası varken daha bir dikkatlilerdi; ahlâk, haysiyet, izzet, önemli kavramlardı. Şimdi gücü elden kaçırmamak için “meşruiyet” alanı genişletildikçe genişletiliyor; güç yolunda her şey mübah hale getiriliyor.

Bütün bu yaşananlar ve çöküşler karşısında çoğunluğun yaşadığı şaşkınlığı yaşamak istesem de yaşayamıyorum; sonuçta da aynı derecede hayretle tepki gösteremiyorum. Olumsuz etkilerini gidermek için yıllarımı verdiğim bu zihniyetin içinde altı yılımı geçirdiğim için şimdi olanlara şaşıramıyorum…

(Bu yazı, 27.02.2017 tarihinde Birikim Dergisinin sitesinde yayımlanmıştır.)

RETORİK

Bu yazıda, etkileyici ve ikna edici konuşma sanatı anlamına gelen “retorik” literatürüne küçük bir katkıda bulunmaya çalışacağım…

Öncelikle, haksız olabilme ihtimalinizi kendi aklınıza da, muhatabınızın aklına da hiçbir şekilde getirmemelisiniz. Fikir ve iddialarınız kabul edilmiyorsa, ya muhatabınız sizi yanlış anlamıştır, ya da aracılar düşüncelerinizi çarpıtmış ve saptırmıştır!

Tartışmada muhatabınızın ‘sözünü ağzından alma’ taktiğini iyi bilmelisiniz. Örneğin sizi geçmişte yaptığınız bir yanlışınızdan ötürü suçlayacağı sırada, siz ondan önce davranarak, “Geçmişte şöyle şöyle yapmakla suçlayabilirsiniz belki beni ama…” ile başlayan ve ‘masumiyetinizi’ anlatan cümleler kurun. Böylelikle tam size saldırmak üzereyken ağzı açık kalacak ve söyleyecek bir söz bulamayacaktır.

Kontratak yapın. Yaptığınız eylem veya söylediğiniz bir sözden dolayı eleştirileceğinizi anladığınızda, haklı ya da haksız olduğunuza bakmadan, siz karşınızdakini eleştirmeye başlayın. Ne kadar sorgulayan taraf olursanız, seyredenler o derecede haklı olduğunuz kanaatine varacaklardır.

Aynı şekilde, birilerinin sizi ne ile itham etmeye başladıklarını duyuyorsanız, aynı iddialarla ve daha yüksek sesle siz onları itham edin. Mesela yalanlarınız açığa çıkmaya başladıysa, onlara “yalancılar!” diye bağırın.

Bazı karanlık ve gayrimeşru ilişkileriniz ortaya çıkmaya başladığında, muarızlarınızı “şer odakları” ile işbirliği yapmakla suçlayın. Bunu nasıl kanıtlayacağınızı düşünmeyin; zaten kitleniz de düşünmeyecektir. Önemli olan sizin böyle büyük laflarla rakiplerinizi ateşe tutarak söz üstünlüğünü ele geçirmenizdir.

Bağırın! Ne kadar bağırırsanız iddialarınıza o kadar gerçeklik katmış olursunuz. Bağırırken ağzınız ne kadar açılır, boynunuzun damarları ne kadar belirir, yüzünüz sinirden ne kadar kızarırsa, sözleriniz o derecede gerçekmiş gibi görünür ve kitleyi arkanıza almayı büyük oranda başarırsınız.

Hainlikle itham edin! Hem kitlenin önemli damarlarından birini yakalamış olursunuz, hem rakibinize ağır bir darbe indirmiş olursunuz, hem de vatan, din, milliyet gibi bazı değerlerin en yılmaz savunucusu ve sahiplenicisi siz olmuş olursunuz.

Toplumu kutuplaştırın! Aksi takdirde sınırlar geçirgen olacaktır ve yanlış işler yaptığınız anlaşıldığı anda dün arkanızda olan insanların çoğu karşınıza geçip sizi eleştirmeye başlayabileceklerdir. O yüzden toplumu öyle sağlam bir şekilde kamplara ayırın ve başka gruplarla aranızdaki mesafeyi öyle geniş bir şekilde açın ki, suçlarınız örtülmesi imkânsız derecede açığa çıktığı anda yanınızdakiler başka bir tarafa geçemesinler. Böylece destekçileriniz hem başka düşünceleri dinleyemeyecekleri için hep sizi dinleyip size inanacaklar, hem de taraftarlık psikolojisiyle sizi hatalarınızla birlikte dahi savunabileceklerdir!

Bir yandan kutuplaştırırken, diğer yandan da her fırsatta birlik ve beraberlikten bahsetmeyi ihmal etmeyin. Ne yaptığınızdan çok, neyi nasıl söylediğinize bakacaklardır. Örneğin ne kadar lüks ve israf içinde yaşarsanız yaşayın, konuşmalarınızda tevazudan bahsedin. Ne kadar otoriter olursanız olun, konuşmalarınızda halka hizmet etmek için yaşadığınızı vurgulayın. Ne kadar yasakçı olursanız olun, en özgürlükçü ve demokrat olanın siz olduğunuzu iddia edin. Böylece hem istediğinizi yapmış olursunuz, hem de kilit kavramları siz sahiplenmiş, o yolla yapılacak suçlamaların gücünü ve değerini düşürmüş olursunuz.

Kaybetmeye yaklaştığınızı hissettiğiniz anda hemen kutsallara sarılın! Halkça ‘kutsal’ olarak görülen din, vatan, devlet, milliyetçilik gibi kavramların tehlikede olduğunu söyleyin ve siz giderseniz bunların da elden gideceğine dair bir korku salın. Unutmayın, bunlar sizin son cephanelerinizdir!

Kitlenizin hassasiyetlerine oynayın. Beklentilerine, korkularına, endişelerine, travmalarına yönelik sürekli açık- örtük mesajlar verin.

Bazen vicdanlı rollerine girin, özeleştiri yapıyormuş gibi yapın; samimi ve objektif olduğunuzu düşündürecektir. Ama uzatmayın, postu deldirmeyin!

Peki, tamam da, ahlak bütün bunların neresinde” diye soranlar olacaktır; gülümseyin…

HÜSÜN VE KUBUH

Bir şey, aslında iyi olduğu için mi din onu emretmektedir, yoksa o şey, din emrettiği için mi artık ‘iyi’ olmuştur?

Bir şey, aslında kötü olduğu için mi din tarafından yasaklanmaktadır, yoksa o şey, din yasakladığı için mi artık ‘kötü’ olarak vasıflandırılmaktadır?

İyilik ve kötülük zâtî midir, yoksa izâfî mi? İnsanların mükellefiyetine dair bilgiler aklî midir, yoksa ilahi mi?

Bu soruları içeren konu, Sokrat’tan başlayarak Antikçağ Yunan filozoflarını, İran’daki Zervaniler ve Maniheistleri, Brahmanları, Hıristiyan ilahiyatçılarını ve son yüzyıllardaki Avrupa filozoflarını meşgul ettiği gibi, eskiden beri müslüman düşünürlerin de üzerinde durduğu konuların en önemlilerinden biridir.

Eskiden beri’ demek aslında tam olarak doğruyu ifade etmiyor; eskiden, yani Eş’ariyye, Maturidiyye, Şia, Mutezile mezheplerinin âlimleri ve ilk müslüman filozoflar tarafından tartışılan bu konular daha sonrakilerce çoğunlukla tekrar ya da şerh edilmekle yetinilmiş.

Ama bugünlerde yeniden tartışılmasının zamanının geldiği artık çok açık.

Muhafazakâr- dindar kimlikleri ile bilinen ve son yıllarda hemen her alanda ‘güç sahibi’ olan kişi ve kurumlarda görülen büyük ahlaki sorunlar ve genel olarak müslüman ülkelerin sergiledikleri ahlaki zaaflar, Türkiye müslümanlarının önemli bir kesimini yukarıdaki sorularla karşı karşıya getirdi.

İyiliğin, ahlakın mutlaka dinden kaynaklanması gerekmediği, dinlerden bağımsız olarak da iyi bir ahlak anlayışının olabileceğine dair düşüncelere sevk etti.

Muhafazakârlarca tanımlandığı anlamıyla “dindarlık” ile ahlakın, esasında birbirlerini zorunlu olarak gerektirmedikleri fikri yaygınlaştı.

Avrupa ülkeleri, Japonya, Kanada gibi “gayrimüslim” ülkelerin sadece teknolojide değil, ahlakın çeşitli alanlarında da bizim toplumlarımızın çok önünde olduğunun daha belirgin bir şekilde ortaya çıkması büyük bir şaşkınlığa neden oldu. Zira şimdiye dek Batı’nın “teknolojisini alıp ahlaksızlıklarını almama” konusunda titizlenilirken, son zamanlarda Batı ahlakı, teknolojisi kadar cazip gelmeye başladı.

Ve doğal olarak, iyi ile kötünün tanımları, kaynakları, sonra da “İslami” olanın ne olduğu, İslam’ın hükümlerinin mutlak ve tek doğrular olup olmadığı soruları zihinleri meşgul eder oldu…

İslami literatürde bu konu “Hüsün – Kubuh” (güzellik – çirkinlik, ya da iyilik – kötülük) başlığı altında çeşitli açılardan tartışılır. Benim işaret etmek istediğim kısım ise, ahlaki ve hukuki ‘hükümleri’ bilme aracı olarak vahyin ve aklın yerleri ile ilgili.

İnanç ve ibadetlerle ilgili olanların tam olarak değilse de, dinin ahlaki ve hukuki hükümleri ihtiva eden bölümlerinin daha çok aklın alanına girdiğini ve aklî olduğunu düşünüyorum. Ki ancak o şekilde insanın ‘sorumluluğu’ fikrini savunabiliriz ve ancak o şekilde din, iyi bir yaşam kurma konusunda daha ‘dinamik’ hâle gelebilir.

İyi’nin ve güzel’in ancak vahiy yoluyla bilinebileceğini iddia etmek, vahyin üzerinden geçen her zaman içinde aklın sınırlarını daha da fazla daraltıyor. Bununla birlikte, müslüman zihninin durgunluğuna ve kendi zamanının yeni değerlerini doğru okuyamamasına neden oluyor.

Tabii bu düşünce, kendi içine ve zihin dünyasına kapalı müslüman toplumlarda daha yaygın. İyi ve güzelin ancak vahiy yoluyla öğrenilebileceği düşüncesini sahiplenen müslümanlar, ‘ötekilerin’ ahlaksızlık ve kötülük içinde yaşadıklarını ya ima ediyorlar, ya da açıkça iddia ediyorlar.

Bunun aksini gösteren örneklerle karşılaştıkları zaman ise şaşkınlıklarını yok sayma yoluyla bastırmaya çalışıyorlar. Geçen aylarda Almanya ve Danimarka’nın Suriyeli mültecileri kabul etmeleriyle ilgili olumlu haberler üzerine bazı “muhafazakâr medya” organlarının telaş içinde bunun aksini iddia etme çabasına girmeleri de aslında tam bu yüzden…

Gerçek İslam”ı kendisinin anlayıp temsil ettiği iddiasıyla farklı düşünen diğer müslümanları tekfir edebilen grupların oldukça yaygın olduğu İslam dünyasında böyle bir konuyu açıkça masaya yatırmanın zorlukları var hâliyle. Yine de ilerleyen haftalarda tartışmaya devam edelim…