MANYAKLIK VE ÖZGÜRLÜK

“Sayın Başbakanım, on iki yıldır AK Partiliyiz. Bir yandan da Cemaatçiyiz. Bu çatışma bizi çok üzüyor Başbakanım!”

Geçen hafta İstanbul’da bir açılışa giderken Marmaray’ı kullanmayı tercih eden Başbakan Erdoğan metroyu beklerken kalabalığın arasından bu cılız ses yükseldi.

Sanki metronun kapısına sıkışıp kalmış, ne içeriye girebilen ne de kendisini dışarıya atabilen bir yolcunun yakarışı gibiydi ortada yankılanan ses.

Başbakan sesin sahibine yönelerek “Gel” dedi; sonrasında ne konuştular bilmiyoruz. Ama olayı videoya çeken muhabirin kamerasına ulaşan başka bir ses daha vardı: “Ne diyor bu yaa; manyak mı … o?”

Bu küçük olayda diğer bütün detaylardan ziyade, benim en çok dikkatimi çeken ayrıntı işte bu cümle oldu.

Hakaret etmeyen, saldırmayan, hatta suçlamayan, sadece son olaylar karşısında kendi duygularını ifade eden bir vatandaşın samimi serzenişini dahi “manyaklık” olarak gören bu cümlede saklıydı işte bizim liderlerle olan sorunlu ilişkimiz.

Kendisi seçip o makama bizzat yerleştirdiği bir başbakan, belediye başkanı veya başka bir yöneticiden gerektiğinde usulünce hesap sormak yaygın değil, hatta pek ‘normal’ bile değil bizde.

Hesap soran hep yöneticidir; sorgulama, şüphelenme, puan verme, cezalandırma hakkı hep ‘gücü’ emaneten de olsa elinde bulunduranındır.

Güç sahibi yerine göre değişir; başbakan, vali, patron, müdür, öğretmen, hoca, baba, koca, ağabey…

Bizde büyüklük ve makam, hesabı verilecek olan bir sorumluluğu değil; gücü, yetkiyi, istediği kararları alabilmeyi, başkalarının kaderlerini belirleme iktidarını ve hesap soran konumuna geçmenin konforunu çağrıştırır.

Parlamentodan en aşağısına kadarki sorumlular lütfederek hizmet eder, makam sahipleri lütfederek halkın arasına girer, memurlar lütfederek vatandaşın sorunlarıyla ilgilenir, hocalar lütfederek öğrencilerin sorularını yanıtlarlar.

Halk, kendi alın teriyle ödediği vergiyle orada duran devlet görevlilerine karşı hep bir özür dileyici pozisyonda, hep bir mahcuptur.

Öyle öğretilmiş, öyle bastırılmış, öyle bir “terbiye”den geçirilmiştir çünkü…

Lise birinci sınıftayken bir dersin konusuyla ilgili bir tartışma açılmıştı. Tabii bu ‘tek taraflı bir tartışma’ idi. Hoca fikirlerini söylüyor, öğrenciler sadece onu destekleyecek ‘fikirlerini’ paylaşıyorlardı.

Hocanın konuşması sürerken, bizden üç yaş daha büyük olan bir arkadaşımız cesaretini toplayıp sınıfın arka tarafından seslendi, konuşma izni istedi.

Saygının sözüm ona önemli göstergelerinden biri olarak ayağa kalktı ve o büyülü cümleyi söyledi: “Hocam bu konuda ben sizin fikrinize katılmıyorum.”

Bu ‘cesur’ cümleyle birlikte sınıfta soğuk bir rüzgâr esti ve bütün sınıf gayriihtiyarî o tarafa yöneldi.

Hoca, arkadaşımızı olgun bir ses tonuyla “tahtaya” davet etti. Kimse bu davetin sebebini anlamamış, sakince tahtaya doğru yürüyen arkadaşı takip ediyordu.

Hoca, sağ kolunu geriye doğru gerdirerek aldığı hızla kendisine yaklaşan öğrencisinin yüzüne kuvvetli bir tokat yapıştırdı!

‘Dersini’ alan arkadaş yaşadığı şok ile sırasına gerisin geriye giderken hoca hemen ilk sınavını yaptı: “Şimdi katılıyor musun bana?”

Arkadaşımız ifade özgürlüğünün sınırları konusunda aldığı ‘ders’ ile gayet ‘aydınlanmış’ olarak, eli, kızaran yanağında, cevabını ânında kendisinden beklenen bir şekilde verdi: “Evet, şimdi katılıyorum hocam!”

O günden bugüne, özgürlükler konusunda önemli değişimler geçirdi toplumumuz, bu inkâr edilemez. Bu değişimlerden biri de, fikir ve ifade özgürlüğünün yüzüne vurulan tokatların şekillerinde oldu sanırım.

İşte metrodaki naif şikâyeti “manyaklık” olarak gören o ses, bu tokat şekillerinden sadece biriydi.

(Bu yazı 20.02.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s