LİZBON GÜNLÜĞÜ

Geçen hafta bir konferansta sunum yapmak üzere Portekiz’in başkenti Lizbon’da idim. Lura’nın “Na Ri Na” şarkısıyla ilk sempatimi beslediğim Portekiz bir sempatiden çok daha fazlasını hak ediyormuş aslında; bu ilk seyahatimde fark ettim.

Özellikle İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş çok sevimli bir şehir olan başkentin bu kadar görülmeye değer, bu kadar iç rahatlatıcı bir yer olduğunu bilmiyordum doğrusu.

Lizbon, güzel bir şehirde aranacak çoğu özelliğe sahip. Hem bir okyanusu hem de bir nehri görüyor, Almada’ya bağlanan köprüsü var. İklimi ve insanları sıcak. Kültürü, sanatı ve mutfağı oldukça güçlü. En önemlisi de şehir planlamasının güzelliği ve tam ‘kıvamında’ bir büyüklüğe sahip olması.

Yaya yollarına bambaşka bir güzellik katan açık renkli mozaikler; bir de bazı binaların dış yüzeylerindeki o güzel desenli porselen süslemeleri ilk defa bu şehirde gördüm.

Portekiz, bir Avrupa ülkesi olmasına karşın bilhassa Kuzey Avrupa ülkelerinden çok farklı; Akdeniz ülkelerine ise çok daha yakın iklimsel ve toplumsal özelliklere sahip. Halk da Akdeniz halkları gibi misafirperver, sıcakkanlı ve olağanüstü yardımsever; yine onlar gibi bürokrasilerinde, iş disiplinlerinde ve randevularında ‘rahat’lar.

Futbol takımlarının altyapılarına büyük önem veriyorlar. Dünyanın en iyi futbolcusuna (Cristiano Ronaldo) ve en iyi teknik direktörüne (José Mourinho) sahip olmanın haklı gururunu yaşıyorlar.

Lizbon’da bizler için en sürpriz mekânlardan biri Gulbenkian Müzesi. İstanbul doğumlu Ermeni bir Osmanlı vatandaşı olan Calouste Gulbenkian’ın 1930’lu yıllardan itibaren topladığı altı bin civarındaki paha biçilmez sanat koleksiyonundan oluşan müzede çeşitli medeniyetlere ve çeşitli sanat dallarına ait çok ilginç eserler var. Gördüğüm en sıra dışı ‘temalı’ halılardan biri oradaydı mesela.

Lizbon ve sanat deyince akla gelen ilk şeyin peşine tabii ki düştüm; yeni akademisyen dostlarımla birlikte canlı Fado dinleyebileceğimiz bir mekân araştırdık ve sanırım en iyilerinden birini bulduk; bir yemek süresince dört ayrı sanatçıdan güzel parçalar dinleme imkânımız oldu.

On dokuzuncu yüzyılda balıkçı, kâşif ya da savaşçı olarak denizlere uğurladıkları eşlerinin umdukları zamanda dönmemesi üzerine kadınların denize karşı yaktıkları, çoğunlukla özlem temalı bu hüzünlü ağıtlar gençler arasında da hâlâ popüler. Ülkedeki dans kültürünün zenginliğinden söz etmeye bile gerek yoktur herhalde.

Pastéisde Belém’den bahsetmeden kesinlikle olmaz. Belém semtindeki orijinal mekânında da tatma fırsatını bulduğum bu şahane tatlı, Portekiz’in övünç kaynaklarından biri. Benim için de, Urfa’nın “Şıllık” tatlısının ve Londra’daki “Whoopie pie”ların yanındaki yerini çoktan almış durumda.

Lizbon insana çok hızlı şekilde dostlar kazandıran bir atmosfere sahip. Bana kazandırdığı hepsi birbirinden renkli ve sıcak yepyeni dostlardan biri, ülkenin en ünlü şairlerinden birinin on altı yaşındaki oğlu idi.

Neredeyse şehre adım atar atmaz tanıştığım Inácio, felsefe ve sanatın yanı sıra Türkiye kültürüne de oldukça ilgili; bir süredir Türkçe kursu alıyormuş. Hatta ilk Türkçe şiirini geçen yıl, henüz dili yeni öğrendiği aylarda yazmış: Kaplanın ayakları/ Parkta koşuyorlar/ Her yerde çiçek var/ Ağacın üstünde/ Bir kedi göğe bakıyor/ Astronot olmak istiyor.

Lizbon günlüğümün sonunda, başta o geniş çaplı konferansı başarıyla organize eden Isabel David olmak üzere evsahipliği yapan arkadaşlarıma, birlikte çok verimli ve eğlenceli vakitler geçirdiğim akademisyen dostlarıma teşekkür etmeden olmaz: Obrigado!

(Bu yazı 27.02.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s