Kadınlarımız her an eril mercekler altında tutulurlar ve cinsellikle ilgili her “kötü olay”da birinci dereceden şüphelidirler. Tacize uğrarlarsa neden öyle giyindikleri, tecavüze uğrarlarsa neden tahrik edici hareketler yaptıkları sorgulanır öncelikle. Başlarını açsalar ve biraz da “rahat” giyinseler hafifmeşreplikle suçlanırlar; bazı nahoş olaylarla karşılaşmayı neredeyse hak ettiklerini düşünenler vardır!
Kadınlar başlarını kapatmakla da kurtulamazlar bu erkek tasallutundan. Artık bu durumda konuşmaları, yürüyüşleri, bindikleri arabaların rengi, kullandıkları parfümlerin kokusu, hattâ taktıkları başörtülerinin renkleri bile birer “tahrik edici” unsur olmaya başlar…
Bu son örneği, doktora çalışmamın “saha” aşaması için İstanbul’a gittiğimde görüştüğüm üniversite öğrencilerinden birinden duymuştum. İstanbul’daki devlet üniversitelerinden birinin İlahiyat fakültesinde okuyan kız öğrenci, erkeklerin İlahiyat fakültesi gibi bir ortamda bile nasıl da kendilerine müdahale etmeye çalıştıklarından şöyle şikâyet etmişti:
“Benim şu an giyindiğim kıyafetler okulumda problem oluyor. Pantolon giyiyorum diyelim, kadınlar pantolon giymesin! Kırmızı eşarp takmasın! Makyaj yapmasın, kısa etek giymesin! Bizim okulda konuşulan şeyler bunlar. Erkekler bundan bile rahatsızlar. Hani dışarıdaki insanların kılık kıyafetinden hiç bahsetmiyorum. Bizim giyim- kuşamımız bile bu insanları günaha sevk ediyormuş! Mesela diyor ki kırmızı bir eşarp takıyorsun, ben ondan etkileniyorum, ya da hoşlanıyorum, sen bu eşarbı takma!”
Dünyayı kendi arzularını, taleplerini ve zaaflarını merkeze alarak dizayn etmek isteyen totaliter bir zihin yapısının muhafazakâr- dindar versiyonudur bu. Sırtını dinin bazı hükümlerine dayamanın verdiği özgüvenle ve erkek (dolayısıyla güçlü) olmanın getirdiği rahatlıkla konuşmaktadır. Bu iki güç, dinin ve geleneğin yorumlanmasını tekeline alma yetkisini de elinde bulundurduğunu hissettirmektedir kendisine. Eşitlik, çoğulcu bir düşünme ve anlayış, demokrasi, böylesi bir zihin açısından sadece “hedefe götüren, zamanı gelince inilen bir tramvay gibidir; araçtır”.
Bu gibi totaliter müslüman hâlleri pek yeni değil; İslam’ın ilk yüzyıllarından itibaren örnekleri fazlasıyla görülmeye başladı. Örneğin Hicrî ikinci yüzyılda, dinin temel vurgularını ve mesajlarının öncelik sıralamasını gözardı eden müslüman yöneticiler, ve onlarla birlikte ya da uyumlu çalışan ilim adamları, ellerindeki devlet ve bilgi güçlerine tutunarak toplumu dizayn etmeye çabalamışlardı. Hattâ bazı Sünni âlimler arasında, namaz kılmayanlar için devletin ceza vermesi gerektiğine dair fetvalar verenler bile çıkmıştı! Örneğin namaz kılmayanı “kâfir” ilan eden, “hapse atılması” gerektiğini savunan, “vücudundan kan akacak şekilde dövülmesi” gerektiğini söyleyen, “tevbe etmediği takdirde öldürülmesine” hükmedebilen ilim adamlarımız olmuştu.
Allah’ın ve Peygamber’in ima dahi etmediği ithamlarda onlar bulunabilmişler, Allah’ın ve Peygamber’in teşebbüs dahi etmediği yaptırımları özel alana müdahale edip hayata geçirmeye onlar “cesaret” edebilmişlerdi!
Abbasiler döneminde Kur’an’ın yaratılmış (mahlûk) olup olmaması üzerinden yapılan tartışmalar sırasında, iktidardan farklı düşünen ilim adamlarının işkencelere maruz bırakılmaları ve öldürülmeleri de, İslam tarihinde devletin haddini aşarak düşüncelere hükmetmeye çalışmasına örnek olan kara lekelerden biri olarak hafızalarda yerini koruyor.
Kadınların başlarını örtmeleri erkeklerin hükmetme arzusunu tatmin etmediği gibi, vatandaşlarının temel görevlerini yerine getirmesi de devletin her yere müdahale etme güdüsünü frenlemiyor. Dindar ya da seküler fark etmiyor; erkek, baba, patron, devlet… Gücü elinde bulunduran totaliter düşünce anlayışı, bir şekilde her alana müdahil olmak, genel ve özel her yeri kendi keyif ve tercihleri istikametinde düzenlemek istiyor.
İşte bu nedenle, erkek- kadın ikiliğinden ziyade “ataerkiyi”, seküler ya da İslami devlet ikiliğinden ziyade “devletin egemenliğini” tartışmak gerekiyor.