ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI BU MUYDU?

Geçen hafta Nurettin Yıldız’a ait bir videoyla karşılaştım. Sosyal medyada bir anda hızla yayılan videoda Yıldız, erkeklerin eşlerini “deşarj olmak için dövebileceklerini” savunuyor ve bu büyük iddiasını şöyle kutsallaştırıyordu: “Arkadaşlar burada Allah adına konuşuyoruz; Peygamber adına, din adına konuşuyoruz!

Son yıllarda bazı ilahiyatçıların çeşitli mecralarda yaptıkları birtakım konuşmalar sosyal medyada sıklıkla ve büyük bir şaşkınlık eşliğinde paylaşılır oldu. Buna farklı cemaat ve tarikatların liderleri ve müntesiplerine ait videolar da eklenince, bu görüntüler ve konuşmalar pek çok insanın dikkatini fazlasıyla celp ediyor.

Kimi bu yüzyılda öylesi ilişkilerin ve konuşmaların hâlâ nasıl yeniden üretilip hayata geçirilebildiğine şaşırıyor, kimi “bakın işte bunlar böyle zaten!” sevincini yaşıyor, kimi o ifadelerde herhangi bir yanlış olmadığını düşünüyor ve övünerek sahipleniyor, kimi de bu din yorumlarını kendi din anlayışlarıyla bağdaştıramamakla birlikte, tartışmalarda kendilerine sunulan metinler karşısında acı bir çaresizlikle kalakalıyor…

Kadınların dövülmesinin ‘hikmetini’ ayet ve hadislere de ‘dayandırarak’ açıklamaya çalışanlar; ülkede zaten büyük bir çocuk gelinler sorunu olduğu hâlde evlenme yaşını ‘dinî dayanaklarla’ aşağılara çekmeye çalışanlar; şeyhleri karşısında neredeyse secdeye varırcasına aşırı bir temenna hâlinde bulunanlar; ilkokul öğretmeninin öğrettiği danstan altmış yıl sonra şikâyet edenler; destekledikleri siyasi partinin din istismarı ve dine- ahlaka aykırı eylemlerine dinî kılıflar aramaya çalışanlar, vesaire.

Dinin bu şekildeki hoyratça ‘kullanılması’ ve yorumlanması bu yıllarda gerçekleşen bir durum değil. Eskiden de aynı yorumlar ve bakış açıları mevcuttu, ama siyasi havadan ve teknolojik imkânsızlıklardan dolayı pek bilinmiyordu.

AK Parti iktidarının oluşturduğu rahat ortamın ve yeni muhafazakâr elitlerin hazırladığı imkânların, bahsettiğim görünürlükteki payı çok yüksek. Ve tabii sosyal medya aracılığıyla artık neredeyse hiçbir şeyin gizli kalmamasının etkisi gözardı edilemez.

Bu görünürlük vesilesiyle, Anadolu’nun ürettiği müslümanlık anlayışı ve onun dünyaya sunacağı katkının imkânı ya da imkânsızlığı da ortaya çıkıyor. Anlaşılan acı gerçek o ki, Anadolu’daki İslam anlayışı, yüzyıllar öncesinin ataerkil kültürünü devam ettirmekten, aileden cemaate, oradan da devlete kadar her türden iktidara karşı boyun eğip teslim olmanın zeminini hazırlamaktan başka pek bir şey yapmamış.

Sadece elindeki yazılı metinleri muhafaza etmiş, onun ötesinde, onları eleştirmek bir yana, yorumlama zahmetinde bile bulunmamış. Ne kadar muhafazakârlık tepkileri gösterirseniz o kadar dindar ve samimi, ne kadar metne bağlılığı abartırsanız da o kadar takvalı olduğunuzu düşünen ve düşündüren içe kapalı bir tutum geliştirmiş.

Örnekleri çokça verilebilecek ve başta felsefi ve sosyolojik olmak üzere nedenleri uzunca tartışılacak olan bu sorunlu din anlayışının dünya medeniyetine sunabileceği pek bir şey olmadığı gayet açık. Üstüne üstlük, her ortaya çıkışlarında insanları İslam’dan daha da uzaklaştırdıkları gibi soğuk bir gerçek var.

Bütün bir İslam düşünce tarihine bakıldığında, uzun Osmanlı döneminde dahi, İslam düşünce mirasına katkıda bulunan eser neredeyse hiç yok. Bütün müslüman toplumlara karşı kendisine bir ‘abilik’ ya da ‘babalık’ rolü biçen Anadolu müslümanlarının ürettiği ve örneğin Araplarca referans eser olarak görülen bir kitap yok.

Bunun yanı sıra, Avrupa’da ve genel olarak bütün gayrimüslim dünyada yapılan İslam tartışmalarında Türkiye’den çıkmış muteber bir eser yine neredeyse hiç olmadığı gibi, olanların da Türkiye içinde itibarı yok!

Her ortaya çıkan sakat ilahiyatçı ya da muhafazakâr- dindar yorumuyla birlikte, Anadolu’daki müslümanlık anlayışının tel tel döküldüğüne şahitlik ediyoruz. Dünyaya açılmak şöyle dursun, kendi ülke sınırları içindeki farklılıklara dahi açılamamış bir zihinden daha fazlasını beklemek de safdillik olurdu zaten…

(Bu yazı, 25.06.2015 tarihli Taraf Gazetesinde yayımlanmıştır.)

Yorum bırakın