AK Parti’nin uğradığı nispî yenilginin nedenleri apaçık ortada olduğu ve çoğu insan tarafından uzun zamandır dillendirildiği hâlde, partinin yönetiminin ve kitlesinin bu nedenleri tespit etmekte zorlanmalarının ve yanlış adresleri işaret etmelerinin, bugünlerde çokça tüketilen ifadeyle, bir “sosyolojisi” var.
Hıristiyan Batı’nın dünyada ekonomik ve siyasi üstünlüğü elde etmesi ve dolayısıyla başta Osmanlı Devleti olmak üzere müslüman dünyaya galip gelmesinin çok çeşitli sonuçları oldu.
Müslümanlar ‘mağlubiyet’ gerçeğiyle karşılaşmaya başladılar. Oyun kurucu olamamayı, aksine, oyun kurucuların hamlelerine cevap yetiştirme derdiyle boğuşmayı tecrübe ettiler.
Belki de ilk defa kendilerinden, kültürlerinden, hattâ bir dereceye kadar dinlerinden şüphe etmeye başladılar. “Geri kalmak” denen sorunla ve bunun nedenlerine dair sorularla karşı karşıya kaldılar.
Zafer ve gurur dolu bir mazinin yerini bocalama ve öfke dolu bir hâl aldı. Aksiyonun yerini reaksiyon, etkinin yerini tepki, üretimin yerini tüketim, yaratıcılığın yerini taklit almaya başladı; ya da zaten başlamış olan bu süreç artık daha da hızlandı.
Batı karşısında siyasi, askerî, ekonomik ve kültürel alanlardaki bu mağlubiyet ve geride kalmışlık hâlinin en önemli ve yıpratıcı sonucu, müslüman zihninde ve psikolojisinde kalan ve hâlâ tezahürlerini fazlasıyla gördüğümüz hasarlar oldu.
Öncelikle, toplumsal fay hatlarının önemli bir kısmını, büyük oranda Batı karşısında alınan pozisyonlar belirledi.
Batı’yı her şeyiyle benimseyip taklit edenler oldu; bu taklit, giyim- kuşamlarından alfabelerine, gündelik yaşam pratiklerinden din ve dünya anlayışlarına, kendi ortamlarında oluşturdukları onlara özgü kavramlara, hattâ din politikalarına kadar giden bir ‘bütünüyle kucaklama’ hâlini aldı. Geçmişini reddetme ve ondan utanma, dinin kamusal alandaki her türlü görünürlüğüne karşı endişeyle ve tepeden tepki verme, başkalarına kendi yaşam tarzlarını dayatma gibi şekillerde kendini gösterdi. Başta Türkiye olmak üzere bazı müslüman ülkelerdeki laik devlet sistemleri ve laikçi müslümanlar, bu taklidin en bariz örnekleri.
Diğer bir aşırı tepki, Batı karşısında komplekse girerek oradan gelen her şeye şüphe ve endişeyle yaklaşma, onunla karşı karşıya gelmek bir tarafa, sadece kendisini ‘muhafaza’ etme telaşına kapılarak içine kapanma şeklinde tezahür etti. Muhafazakâr- dindarlarımızın ‘muhafazakârlıkları’ daha çok bu eksen üzerinde gelişti.
Hem Batı’nın dalga dalga gelen çok yönlü gücü karşısında, hem de kendi ülkelerindeki laik rejimlerin dindarlar ve dinî hareketler üzerine uyguladıkları baskıcı ve dışlayıcı politikalar karşısında kendilerini koruma refleksleri geliştirdiler, ve çoğu ‘karşılaşma’ya bu reflekslerle tepkiler verdiler.
Kimi zaman bir paranoya hâlini de alan bu telaş ve refleksler, kendisini çoğu alanda hissettirdi. Sonunda öyle bir hâle geldi ki, sanattan hukuka, kültürden siyasete, bilimden teknolojiye, oradan da dinî düşünceye kadar hemen her alanda müslümanların sağlıklı düşünüp doğru eylemlerde bulunmaları için gereken dengelerini sarstı.
Örneğin, “içtihat kapısı” zaten kapatılmıştı, zamanla iyice kilit vuruldu. İçtihat yapmak için gereken zemin bile ‘başkaları’ tarafından organize edildiği için gerçek anlamda ‘İslami’ bir düşünce üretiminin de önü tıkandı. Üstelik, yeni her durum ve değişme karşısında içe kapanmayı salık veren her türlü ‘düşünce tembeli’ yorum ‘İslamilik’ sıfatını peşinen alabilirken, toplumsal değişmeyle yüzleşme cesaretini gösteren düşünceler apar topar dışlanageldi.
Muvazene kaybının en belirgin örneklerinden biri, siyaset alanında oldu; hadiseleri doğru okuyamama ve paranoya hâli baş gösterdi. AK Parti’nin seçmen kitlesi arasında, seçimde yaşadıkları düşüşü açıklamak için bugünlerde çokça dolaşan “şer odakları”, “İsrail uşakları”, “İslam düşmanları”, “hainler”, “dış güçler”, “maşalar” ve “bölücüler” gibi muhayyel düşman iddialarının kabul görüp revaçta olmasının ardında işte böyle bir “sosyoloji” bulunuyor.
(Bu yazı, 18.06.2015 tarihli Taraf Gazetesinde yayımlanmıştır.)