ÇİRKİN ÖRDEKLER

Bir zamanlar geçici işçi olarak Avrupa’ya giden göçmen müslümanlar, ilerleyen zamanlarda ailelerini de yanlarına alarak ya da oradayken aileler kurarak yerleşip vatandaşlık statüsüne de geçince, Avrupa ülkeleri ummadıkları sosyal ve siyasi ‘sorunlarla’ karşı karşıya kaldılar.

İslam’ın Avrupa kimliğinin bir parçası olması konusu, Avrupalı müslümanların ve bizzat Avrupalıların son yıllarda karşılaştığı en önemli sosyal problemlerden biri; iki taraflı ve karşılıklı bir problem. Avrupa’daki müslümanlar her anlamda eşit haklara sahip vatandaşlar mı, yoksa bir süreliğine ikamet eden misafir ya da göçmen mi?

Aslında sadece Avrupa’da değil, Amerika, Asya ve Afrika ülkeleri gibi dünyanın her bölgesinde müslümanların karşılaştığı temel sorunlardır bunlar: Kimlik sorunu ve ‘çoğulculuk’ sorunu.

Tabii bu “kimlik krizi”ni müslümanlara has bir toplumsal problem olarak görmek ve bundan ‘yalnızca’ Türkiyelilerin ve genel olarak müslümanların mağdur olduğunu düşünmek büyük bir yanlış olur.

Aynı sorunlar, hattâ çok daha ağır bir şekilde, örneğin Türkiye vatandaşı olup da Türk, müslüman ve Sünni olmayanlarca da yaşanıyor; kendi “çirkin ördek”lerimize kulaklarımızı kapatmış ve onların sorunları yokmuş gibi davransak da…

Tariq Ramadan, yaşanan kimlik krizinden bahsederken, kendi kimliğini şöyle tarif ediyor: “Ben vatandaş olarak İsviçreliyim, hafıza açısından Mısırlıyım, kültürel açıdan Avrupalıyım, prensiplerim açısından evrenselciyim, nereyi benimsiyorsun derseniz Faslıyım!” Sonra da şunu ekliyor: “Bir ülkeyi sevdiğiniz zaman onu kendi parçanız olarak benimseyebilirsiniz ve kimse sizin bu hakkınızı inkâr edemez.

Bütün bu farklılıklarla nasıl “baş edileceğine” dair şimdiye dek üretilen çözümler pek fayda sağlamadı, asimilasyona dair yapılan tahminler de tutmadı; çünkü hepsi de bir şekilde farklılıkları gidermeyi ve renkleri en aza indirmeyi hedefliyordu.

David Cameron ve Angela Merkel’in söylediği gibi, “çok kültürlü toplum” modeli artık başarısız sonuçlandı. Fransa’daki “Cumhuriyet Birliği” modelinin de bazı yanlışlarından söz ediliyor ve başarısız olduğu artık açıkça konuşuluyor. Entegrasyon çabaları da hakeza.

Bu modellere alternatif olarak, ‘çoğulcu’ toplum modelinin en uygun ve objektif çözüm olduğu görülüyor; ama bu o kadar da kolay değil.

Polonya gibi Avrupa’nın kendi içinden gelen göçmenler arasında yalnızca mezhep farklılığı ve biraz da kültürel farklılıklar var iken ve onları benimsemeleri bile zaman alırken, tamamen farklı bir dinî ve kültürel arka plana sahip insanların benimsenmesi, Avrupalılar için, “vatandaşlık” kavramına verdikleri anlam açısından büyük bir “challenge” (sınav) oldu.

Zira bir kere vatandaş olduktan sonra ülkedeki herkesle “eşit” haklara sahip olması gereken müslümanların cami, minare, başörtüsü, dinî eğitim, dinî prensiplere riayet gibi talepleri olmaya başladı.

Önceden sadece “göçmen işçi” statüsünde bulunan ve kendi hâllerinde yaşayan müslümanlar, şimdi üniversitelerde, yüksek seviyedeki işyerlerinde, hattâ politikada aktif ve görünür olmaya başladılar. Üstüne üstlük, son bir- iki nesildir müslümanlar, Avrupa’da doğup büyümeleri hasebiyle kendilerini bu ülkelere ‘ait’ hissettiklerini, dolayısıyla da aynı hakları eşit şekilde elde etmek istediklerini dillendiriyorlar.

Fakat görünür ‘objektif’ bütün şartları yerine getirmelerine rağmen müslümanların “çirkin ördek” olarak kalmaya uzun bir süre daha devam edeceklerini öngörmek zor değil. Çünkü tarihten gelen korkular, antipati ve endişe ile özdeşleşmiş semboller, hâlihazırda İslami terör tehdidi, milliyetçi politikacıların ve medyanın beslediği olumsuz algılar, ‘gerçek ve makbul’ vatandaşlık için objektif faktörlerin yanına psikolojik ve kültürel faktörleri de şart olarak ekliyor…

(Bu yazı, 16.04.2015 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

Yorum bırakın