Delillerin Çatışması

DELİLLERİN TEARUZU [1]

(Prof. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları)

Şer’î Delillerin Tearuzu (Çatışması):

Usûl terimi olarak “delillerin tearuzu”, aynı meselede, iki delilden her birinin, diğerinin gerektirdiğiyle çelişen bir hükmü gerektirmesi demektir. Bir şey hakkında iki delil bulunup, bunlardan birinin o şeyin haramlığını, diğerinin ise mubahlığını gerektirmesi gibi. Ribâ (faiz) hakkında Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu iki hadis bu duruma örnek göste­rilebilir:

1- “Ribâ, ancak nesî’e (vadeye bağlama) durumundadır.”

2- “Eşit miktarlarda olmadıkça buğdayı buğday kar­şılığında satmayın.”

Birinci hadis, haram kılınan ribâyı, sadece “ribâ’n-nesî’e”, yani alacağın vadeye bağlanması durumundaki fazlalıktan ibaret saymıştır. Bundan “ribâ’l-fadl”ın mubah olduğu anlamı çıkmaktadır. Ribâ’l-fadl, karşılıklı bedelleri peşin olarak alınmakla beraber meselâ iki ölçek buğdaya karşılık bir ölçek buğdayı satma şeklinde uygulanan mali mübadelelerdeki fazlalık demektir.

İkinci hadis ise, bu nevi muamelelerin haram olduğunu göstermektedir. O halde ribâ’l-fadl hususunda iki hadis tearuz ediyor, yani çatışıyor görünmektedir. Çünkü birisi onun mubah, diğeri haram olduğuna delâlet etmektedir. İşte deliller arasında böyle tearuz gibi görünen durumlar ile karşılaşınca, müctehidin bu tearuzu giderme hususunda incelemede bulunması ve çelişkiyi ortadan kaldırmaya çalışması gerekir.

Tearuzu Gidermede İzlenecek Metot

Delillerin tearuzunu gidermede izlenecek metot konusunda usûlcüler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Burada Hanefî bilginlerin çoğunluğunca izlenen metod hakkında bilgi vermekle yetineceğiz. Buna, göre müctehidin karşılaşacağı tearuz durumları iki ana gurupta toplanabilir. Tearuz,

1- Ya nasslar arasındadır.

2- Veya nassların dışındaki deliller arasındadır.

Nasslar Arasındaki Tearuzun Giderilmesi

Şayet tearuz nasslar arasında ise, müctehid, tearuz eden iki nassın geliş tarihlerini araştırır. Birisinin diğerinden önce geldiğini tespit edebilirse, sonrakinin öncekini nesh ettiğine (onun hükmünü ortadan kaldırdığına) hükmeder. Şu kadar var ki, iki delilden birinin diğerini nesh edebilmesi için, onunla aynı kuvvette olması gerekir. Meselâ iki ayet arasında, bir ayet ile bir mütevâtir veya meşhur Sünnet arasında yahut iki haber-i vâhid arasında nesih ilişkisi bulunabilir; bunlardan tarih bakımından sonra gelen, öncekini nesh edebilir. Şu iki ayet arasındaki ilişki buna örnek gösterilebilir:

1- “…den ölenlerin geride bıraktıkları zevceleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler.” (el-Bakara 2/234).

2- “Hamile olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmalarına kadardır.” (et-Talâk 65/4)

Birinci ayetten çıkan hüküm, hamile olsun veya olmasın, kocası ölen kadının iddetinin dört ay on gün dolmadan sona ermeyeceği yönündedir. İkinci ayetten ise, ister boşanmış ister kocası ölmüş olsun, hamile kadının iddetinin doğum ile sona ereceği hükmü çıkmaktadır. Böylece, kocası ölmüş hamile kadının iddeti konusunda iki ayet tearuz etmiş olmaktadır: Birinci ayete göre bu kadının iddeti dört ay on gün dolmadan sona ermez, ikinci ayete göre, -kocasının vefatından çok az bir süre sonra bile olsa- doğum ile iddeti sona erer. Abdullah b. Mes’ûd’un kavline göre ikinci ayet birinci ayetten sonra geldiği için, tearuz ettiği noktada -ki bu, kocası ölen hamile kadının iddeti hususudur- onu nesh etmiştir. O halde bu durumdaki kadının iddeti, ister kısa ister uzun olsun, doğurmakla sona erer. İslâm hukukçularının çoğunluğu da bu görüştedir.

Eğer müctehid, tearuz eden iki nassın geliş tarihlerini tesbit edemezse, bilinen tercih metotlarına göre birini diğerine tercih etme yönüne gider. Meselâ, muhkemi müfessere, müfesseri nassa veya zahire, ibareyi işarete, işareti nassın delâletine veya iktizaya tercih eder. Aynı şekilde, haram kılmaya delâlet eden nassı, mubah kılmaya delâlet eden nassa tercih eder. Çünkü haramdan uzak durmak, ihtiyat açısından mubahı işlemekten daha üstündür. Bir başka tercih metodu da, fakih ve zaptı kuvvetli râvinin rivayet ettiği hadisi, bu yönden daha aşağı derecede olan bir râvinin rivayet ettiği hadise üstün tutmaktır. Buhari ve Müslim’in kitapları gibi sıhhati ile tanınmış bir kitapta rivayet edilen hadisi, Ebû Dâvûd ve Tirmizî’nin Sünenleri gibi onlara nazaran daha az maruf olan bir başka kitapta rivayet edilen hadise tercih etmek de, bu metodlar arasında zikredilebilir.

Şayet müctehid, iki nassdan birini diğerine üstün getiren bir “müreccih” (tercih âmili) bulamazsa, “cem’ ve tevfik” (uzlaştırma) metodlarına göre bu iki nassı uzlaştırma yoluna girer. Bu, tearuz eden iki nassın durumuna göre değişir. Meselâ, nassların:

* İkisi de âmm ise, birinin diğerinden farklı neviye delâlet ettiği şeklinde yorumlar. Bu duruma şu iki hadis örnek gösterilebilir:

1- “Size şahitlerin en hayırlısının kim olduğunu haber vereyim mi? Evet ya Rasûlallah, dediler. Şöyle buyurdu: Şahitlik etmesi istenmeden kişinin şahitlikte bulunması.”

2- “En iyileriniz benim çağımdakiler, sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenlerdir. Daha sonra öyle bir toplum gelir ki, şahitlik etmeleri istenmediği halde şahitlikte bulunurlar.”

Birinci hadis, şahitliğin konusu ister Allah hakkı ister kul hakkı olsun, şahitlik etmesi istenmeden şahitlikte bulunan kişinin şehadetinin kabul edilmesini gerektirmektedir.

İkinci hadis ise, şahitliğin konusu ister Allah hakkı ister kul hakkı olsun, şahitliği talep edilmeden şahitlikte bulunan kişinin şehadetinin kabul edilmemesini gerektirmektedir. İşte bu durumda her bir nassın hakların farklı nevilerine delâlet ettiği yönünde yorum yapılır. Birinci hadis “Allah hakları”na, ikinci hadis “kul hakları”na hamledilir.

* İkisi de hâss ise, birinin diğerinden farklı duruma delâlet ettiği şeklinde yorum yapar. Sözgelimi, bir kimse, bir defasında “İbrahim’e başka bir defa da “İbrahim’e verme.” demiştir. Burada verme emri, İbrahim’in doğru yolda bulunması durumuna, vermenin yasaklanması ise İbrahim’in doğru yoldan ayrılması durumuna hamledilir.

* Biri âmm diğeri hâss ise, hâssın temas ettiği kısımda hâss ile, onun dışında kalan hususlarda âmm ile amel eder. Ammın tahsisinden söz ederken bunun örneği gösterilmişti.

*  Biri mutlak diğeri mukayyed ise, mutlak ve mukayyedin hükmü anlatılırken açıklandığı üzere, mutlakı mukayyede hamleder; yani mutlaktaki maksadın mukayyeddeki ile aynı olduğu yönünde yorum yapar.

Müctehid, tearuz eden iki nass arasında cem ve tevfik (uzlaştırma) imkânını da bulamazsa, bunları delil olarak kullanmaktan vazgeçer ve bunlardan daha aşağı derecede olan delil ile istidlal eder. Diyelim ki tearuz iki ayet arasında ise, bunlarla istidlali bırakıp Sünnetle istidlâl eder. Tearuz iki Sünnet arasında ise, bunları delil olarak kullanmayıp, -şayet hüccet olarak kabul ediyorsa- Sahabî kavli ile, -hüccet saymıyorsa- kıyas ile istidlal eder.

Bu durum için şu iki hadis örnek gösterilmiştir:

1- Numan b. Beşîr (r.a) den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) “küsûf namazını[2] mutad namazlar gibi bir rükû iki secde şeklinde kılmıştır.

2- Hz. Ayşe’den rivayet edildiğine göre ise, Hz. Peygamber “küsûf namazını dört rükû ve dört secde ile ve iki rekât halinde kılmıştır.”

Bu iki hadis rükû ve kıyam konusunda tearuz etmektedir. Zira birinci hadis, diğer namazlarda olduğu gibi bir rükû ve bir kıyam, ikinci hadis’ ise her rekâtta iki rükû ve iki kıyam gerektirmektedir. Birini diğerine üstün getiren tercih âmili de bulunmamaktadır. O yüzden Hanefiler bu iki hadis ile ameli terk etmişler ve kıyasa göre hüküm vermişlerdir. Burada kıyastan maksat, küsûf namazının diğer namazlara kıyas edilmesidir. Böylece, küsûf namazında da diğer namazlarda olduğu gibi her rekâtta bir rükû ve bir kıyam gerektiği sonucuna varılmaktadır. Şayet hakkında müteârız iki nass bulunan konuda başka bir delil yoksa o zaman o husustaki yerleşik kurala göre amel edilmesi ve olanı olduğu şekilde bırakma prensibinin uygulanması gerekir. Bir başka deyişle, o hususta hükmü belirleyen özel bir delil hiç yokmuş gibi davranılır.

Kıyaslar Arasındaki Tearuzun Giderilmesi:

Eğer tearuz, nassların dışındaki deliller arasında, meselâ iki kıyas arasında ise, müctehid onlardan birini diğerine tercih etme açısından inceler. Birinin daha üstün olduğu sonucuna varabilirse üstün olana göre hüküm verir. Meselâ, kıyaslardan birinde illetin nass İle diğerinde ise “münasebe” (ictihad) yoluyla sabit olması durumunda olduğu gibi. Birinin diğerinden üstün olduğu sonucuna varamazsa, müctehidin, vicdanî kanaatine en yakın bulduğu kıyasa göre hüküm vermesi gerekir.

Bütün bu bilginlerin yanı sıra daima göz önünde tutulması gereken bir husus şudur: Tearuz eden deliller arasında tercih veya cem’ yoluna gidilirken, asla İslâm hukukunun genel prensipleri dışına çıkılmamalı ve nassların ruhu ile bağdaşmayan bir sonuca gidilmemelidir. Deliller arasındaki mukayese, Şâri’in ana gayeleri ve genel prensipleri ışığında yapılmalıdır.


[1] Şer’î delillerin çatışmasından maksat, işin gerçeği ve mahiyeti itibariyle çatışma anlamında değildir. Sahih şer’î deliller arasında böyle bir çatışma tasavvur edilemez. Çünkü böyle bir durum İslâm ahkâmının kendi içinde çelişki bulunduğu sonucuna götürür. Çelişki ise, acz (kendi içinde tutarlı bir sistem kuramama) belirtisidir. Bunun Yüce Allah hakkında düşünülmesinin imkânsız olduğu açıktır. Deliller arasında görülen çatışmaya gelince, bu, müçtehidin kendi anlayış ve kavrayışı ile varabildiği sonuç esas alınmak üzere sadece zahirde (görünürde) tespit edilebilen çatışmadan ibarettir. İmam Şâtibî bu prensibi el-Muvâfakât isimli eserinde belirttikten sonra konuyu geniş bir şekilde ele almış ve İslâm hukukunda çelişkinin bulunmadığını ispat eden delillere doyurucu açıklamalar ile birlikte yer vermiştir, bkz. IV. 118 vd.

[2] Küsuf namazı, güneş tutulması sırasında kılınan bir namazdır. Cumhura göre iki rekât olup her bir rekâtta iki rükû ve iki kıyam yapılır. Hanefîler ise şöyle demişlerdir: İki rekât, küsuf namazının asgarî miktarıdır. İstenirse dört rekât veya daha fazla kılınabilir. Her bir rekâtta, diğer namazlarda olduğu gibi bir kıyam ve bir rükû yapılır.

Yorum bırakın