Siyasal ve toplumsal şokumuz tüm hızıyla devam ediyor. Zira onlarca yıl içinde olağanüstü gayretler göstererek büyük başarılara imza atmış olan iki büyük toplumsal aktörün çatışmasına şahit oluyoruz.
“Karşı konulamayan bir güç ile yerinden oynamayan bir nesne karşılaşırsa (When an irresistible force meets an immovable object) ne olur?” paradoksuna benzer bir durum yaşıyoruz şu anda.
Biri siyasi alanda ülkenin en güçlü partisi, diğeri sivil alanda ülkenin en güçlü sivil toplum kuruluşu olan iki grubun gözönündeki gürültülü çarpışmalarını izliyoruz.
Ellerindeki en önemli sermayeleri, yıllar içinde türlü zahmetlerle kazandıkları ‘güven’ olan iki önemli liderin bu sermayelerini kaybetme risklerine ve kaybetmemek için giriştikleri algı yönetimi mücadelelerine tanıklık ediyoruz.
Bu öyle bir hâl ki, sadece şahitlik yaparak kenarda beklemek pek de mümkün olmuyor; çünkü bu iki büyük gücün çarpışmasının sonucu hepimizi bir şekilde etkileyecek. Sonuçta hepimiz de hakikati bulma ve doğrunun yanında durma sınavından geçiyoruz ister istemez.
Çoğumuzun kafası karışık; kime, neden, nasıl güveneceğiz? Son kararlarımızı ne zaman vereceğiz? İki taraf da kendince haklı olabilir mi? Ortaya atılan iddialar ne kadar doğru?
Doğru cevapları bulmak için doğru sorulardan başlamak gerekiyor. Ben şöyle bir metot izlemeyi tercih ediyorum: Zihnimde iki sütunlu bir sayfa açıyorum, bir sütunu bir ‘taraf’a, diğerini de öbür ‘taraf’a ayırıyorum. Bazı kritik soruları sorup, bulabildiğim cevapları ilgili yerlere kaydediyorum.
Örneğin, hangi grup şimdiye kadar hangi objektif yanlışları yaptı? Kişiye göre değişen, yoruma açık yanlışlar değil, ispatlanabilir objektif yanlışlar.
Hangi grubun lideri, mensupları ve destekleyicileri nasıl bir dil kullanıyor? Hakarete, iftiraya, yalana, kara propagandaya başvuranlar daha çok kimler?
Kim dışlayıcı, kutuplaştırıcı ve agresif tutum sergiliyor; kim ise kuşatıcı, yapıcı ve olgun?
Hangi tarafın sözcüleri ve medya organları daha çok yalanlandı şimdiye kadar?
Kimin iddiaları somut ve ispatlanabilir; kimin iddiaları soyut ve ispatı neredeyse imkânsız?
Söylemlerini ve eylemlerini topluca değerlendirdiğimizde kim daha tutarlı hareket ediyor?
Kim bir yerde dediğini her yerde diyebiliyor, söylediklerinin arkasında hep durabiliyor; kim içeride farklı dışarıda farklı konuşuyor, Doğu’da farklı Batı’da farklı şeyler söylüyor?
Kim hukukun işletilmesinden ve adaletin yerini bulmasından yana, kim hukuktan kaçıyor ve adalet duygularımızı örseliyor?
Kim ülkede kalıcı bir adalet sisteminin tesis edilmesinden, eşitlikçi ve çoğulcu bir demokrasiden yana tavır alıp somut girişimlerde bulunuyor; kim ise sadece kendi konumunu ve gücünü koruyup yükseltmeyi önceliyor?
Hangi taraf aklımızı, vicdanımızı ve dinimizi istismar etmeye çalışıyor; hangisi bu gibi düşük hareketlerden müstağni duruyor?
Hangi tarafın maddi ve manevi olarak ne kadar gücü var, ve elindeki gücü hem rakibine karşı hem de halkına karşı nasıl kullanıyor?
Şahsen kendi sınavımı bu sorularla başlatıyor, zihnimi açık tutarak listeyi en doğru ve hakkaniyetli şekilde doldurmaya çalışıyorum. Hiç kimsenin kusursuz olamayacağını baştan kabul ederek; ve bir topluluğa olan öfkemin veya sevgimin beni adaletsizliğe sevk etmemesi konusunda dikkatli olmaya çalışarak.
Çünkü ileride bir gün durup bugünlere baktığımda, bu zor zamanlarda ‘nerede’ durduğum kadar, hatta daha da fazla, ‘neden’ ve hangi zihinsel süreçten geçtikten sonra orada durduğumu sorgulayacağım.
(Bu yazı 13.02.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)
Kaleminize sağlık,yine duygularımıza tercüman oldunuz… Hayırlı haftalar dilerim Selam ve dua ile
Sevgili Emrah, olanları değerlendirmek için koyduğun kriterler çok hakkani, bunlara katılmamak mümkün değil ve verilecek cevaplar da “stating the obvious” kadar terazinin bir kefesini oldukça ağırlaştırıyor. Belki bu kriterlere maalesef bu ülkede iktidar etmenin getirdiği reel politik ve kısmen yer yer oteriterliği bile getiren pragmatizmi ekleyebiliriz. Bunlar yönetim kademelerine gelmiş ve ontolojik olarak demokratlıklarından şüphem olmayan arkadaşlarımdan sıklıkla duyduğum ve pratik karşılıkları olan söylemler. Maalesef ülkemizde reel politiği ve pragmatizmi dışlayarak olanları anlamlandırmak giderek zorlaşıyor. Bu olgular batı medeniyetlerinde de sözkonısu fakat pek çok konuda olduğu gibi sanırım bunlar da bu ülkede şirazesinden çıkıyor ve bu konuda da ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamıyoruz. Reel politiğin ve pragmatizmin neredeyse tüm ilkelerin ve değerlerin önüne geçtiği günlerden geçiyoruz.