Dersim ve Fransız İhtilali

(Fatih Yetim, Paris)

Bir varmış bir yokmuş…

14 Temmuz 1789, Kral 16. Louis’nin despot yönetimine ve ağır vergilere karşı ayaklanan halk Bastille hapishanesini basar. Ardından yayınlanan “insan ve yurttaş hakları bildirisi” ile cumhuriyet ilan edilir; sonrası malum. Kral 16. Louis ve onun halkının yoksulluğunu hafife alan müsrif eşi Marie Antoinette giyotinle ölüm cezasına çarptırılır. Ve Avrupa’nın bu ilk “ulus devletinde”  özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin (liberté, égalité ve fraternité) hüküm sürdüğü yeni bir dönem başlar. Üstelik başta Osmanlı olmak üzere diğer bütün Avrupa devletlerine de milliyetçilik ve insan hakları hususunda “güzel” bir örnek teşkil eder, “yakın çağ”ın bu başlangıç noktası.

Yukarıdaki paragrafı lisedeki tarih derslerinden aklımda kaldığını varsaydığım bilgilerden derlemeye çalıştım. Gerçek şu ki, Fransız Devrimi çocuk masalı tadında epik bir hikâye olarak anlatılır hep. Zira nihayetinde mutlu son, yani “cumhuriyet” vardır. Oysa Fransa, devrimden sonra bu “mutlu sona” karşı duyduğu öfkenin neticesi olarak iki imparator daha seçmiştir kendine: Napoléon Bonaparte ve Louis-Philippe Napoléon, nam-ı diğer III. Napoléon. Halkın devrime ve onun biricik evladı cumhuriyete karşı olan tavrını anlayabilmek için bu çok “epik” hikâyemizi baştan, ama biraz daha detaylı anlatmakta yarar var.

Arka plan

Sanayi devrimini (bu kavram bize yabancı gelebilir) başarıyla gerçekleştiren Fransa’da -daha sonra adına Burjuvazi denilecek- zengin bir tüccar sınıfı ortaya çıkmaktadır.  1713-1789 yılları arasında dış ticareti beş kat büyüyen Fransa’nın gittikçe zenginleşen bu sosyal sınıfı sahip olduğu ekonomik gücü politik güce çevirmenin yollarını aramaya koyulur. Ancak dönemin Fransa şartlarında bu neredeyse imkânsızdır. Bütün gücünü ve otoritesini Tanrı’dan alan Kral, yetkilerini ancak Kilise ve soylularla paylaşmaktadır. Üstelik ülke toprağının büyük bir kısmını elinde bulunduran Kilise ve soylular vergiden de muaftırlar. Amerika kolonilerinin İngiltere’ye karşı vermiş olduğu bağımsızlık savaşına yapılan cömert yardımlar Fransız ekonomisini zor durumda bırakmıştır. Artan vergi yükünü ise köylüler ve tüccarlardan başkası çekmemektedir. Kaldı ki toplanan vergiler sadece sarayın harcamalarını dahi karşılayamamaktadır. Saraya karşı zengin tüccarların organize ettiği halkın tepkisi artınca toprak mülkiyetinden (yani Kilise ve soylulardan) de vergi alınması fikri ortaya atılır. Kararı kabul etmeyen soylular 1614’den beri toplanmayan parlamentonun toplanmasını isterler. Mayıs 1789’da soylular, din adamları ve halktan oluşan üç kademeli parlamentonun toplanması Fransa monarşisi için sonun başlangıcı olacaktır. Bir müddet sonra, aynı parlamentoda bulunan ancak eşit haklara sahip olmayan bu üç gurup arasında çatışma aleni bir boyut kazanır ve halkın desteğini sağlayan burjuvazi (orta sınıf) monarşiye karşı sesini yükseltir. Başta, talepler Kral ve partizanları hariç herkes için cazip görünmektedir: Vergi indirimi, kralın yetkilerinin kısıtlanması, basın özgürlüğü vesaire…

Ve 14 Temmuz 1789, yer Bastille hapishanesinin önü, Paris

Bastille baskını, ihtilalin başlangıcını temsil eden sembolik bir olaydır aslında. Ama çoğu zaman ihtilalin kendisi bu baskından ibaretmiş gibi görülür. Oysa tarih Fransız Devriminin ancak Napoléon’la son bulduğunu söylemektedir (1804). Bastille’i özel kılan ise monarşi karşıtlarının “misafir edildiği”, halkın nazarında despot yönetimin sembolü haline gelmesidir.

Baskının başarısının hemen akabinde toplanan Kurucu Meclis Amerikan Devriminden kısmen arakladığı İnsan ve Yurttaş Hakları bildirisiyle ana hatları çizilen yeni bir anayasa ile Kralın yetkilerini halkın seçeceği bir parlamentoyla paylaşmasını öngörüyordu. Burjuvazinin amacı yönetimde biraz olsun söz sahibi olmaktı. Fransa’nın idaresinde Kral, soylular ve Kilise ile birlikte dördüncü ortak olmayı arzu ediyordu. Bu arzusuna ulaşmak için daha organize çalışmaya başlamıştı. 1790’da kurulan “club de Jacobin”, “club de Cordelier” ve “club des Feuillants” gibi kulüplerle yeni idari yapı içindeki yerini sağlamlaştırmayı hedefliyordu. Bu kulüplerden özellikle ilk ikisinin kuruluş ve toplantı mekânları ilgi çekicidir.

Club de Jacobin’in kuruluş yeri ve merkezi Couvent de Jacobin’dir (yani Jakoben Manastırı). Kulüp, bir Dominiken manastırı olan bu mekânda kurulmuş ve politikalarına bu “kutsal” mekândan yön vermiştir. Diğeri ise bir Françeskan manastırı olan Cordelier’de kurulmuştur.

Vatikan’la arası pek de iyi olmayan Fransa Kilisesi ve onun kralına karşı gerçekleştirilen devrimde Roma kökenli bu iki aşırı katolik tarikatın rolü hep tartışılagelmiştir. Devrimin meşhur simalarından Danton, Marat, Desmoulins (Club de Cordelier) ve Robespierre (Club de Jacobin) bu kulüplerin üyeleridir.  Bir yıl sonra, 1790’da Bastille baskınının yıldönümü “Fête de la Fédération” adıyla milli bir bayram olarak kutlanmış; üstelik 16. Louis’i de, yüz bin Parislinin toplandığı bayram alanına onur kırıcı bir şekilde zorla getirilmiştir.

İstiklal mahkemesi

Bu sırada göz önünde bulunsun diye kral Versailles Sarayı’ndan Paris’teki Palais des Tuileries’e yerleştirilir. Ancak isyan sonrası yurtdışına kaçmış olan Fransız soyluları ve Avrupalı “meslektaşlarıyla” devrim aleyhine işbirliği yaptığı dedikodusu hem kendisini hem de karısını giyotine götürecek yolda “Tribunal révolutionnaire” (tamı tamına ‘istiklal mahkemesi’ demek) önüne çıkarmıştır. Tarih 1793, “vatana ihanetten” suçlu bulunan 16. Louis ve Marie Antoinette dönemin en modern aletine başlarını verirler (Bastille baskınından 4 yıl sonra). Bugünkü Concorde meydanında, Seine nehri kenarında Champs-Elysées caddesinin başladığı alanda.

Giyotin; milli jilet!

Hakkında ilk olarak XII-XIII. yüzyılda kullanıldığına dair dedikodular bulunan giyotin, iple asarak idam etmenin yerine daha “insani” bir çözüm olarak aslen bir doktor olan Joseph Ignace Guillotin tarafından 1789’daki Devrim Meclisine önerilmiştir. Parislilerin günlük hayatında iyiden iyiye yer eden giyotin çok sevilmiş olacak ki giyotin seansları el ilanları ile halka duyurulan ve çoluk çocukla ailecek seyredilen gösterilere dönüşür kısa sürede. Üstelik giyotine halk tarafından takılan lakaplar da onlarcadır, ama içlerinden en meşhuru “resoir national”, yani milli jilet! Devrimin “kendi çocuklarını yemeye” başladığı dönemde Robespierre ve Danton da boyunlarını bu milli jiletten kurtaramayacaktır.

Avrupa’yla açılan ara

Marie Antoinette’in idamı kocasının idamından daha çok ses getirir dönemin Avrupa’sında. “Devrimin ilk suçu kralı öldürmek, ama daha korkuncu kraliçeyi öldürmektir” diyen ünlü Fransız yazar Chateaubriand’a Napoléon da, “kraliçeyi öldürmek kralı öldürmekten daha büyük bir suçtur” diyerek eşlik edecektir. Ancak hadisenin monarşi Avrupa’sındaki teamüllere uymamasının yanında diğer bir gerçek ise kraliçenin Habsburg kralı II. Léopold’un kız kardeşi olmasıdır. Yani Fransa için Avusturya ve Prusya ile savaş kapıdadır. Zaten az sonra Avrupa, içinden Napoléon’u “eşsiz” bir lider olarak çıkaracak devrim savaşları karmaşasında bulur kendini.

İçteki sorunlar

Cumhuriyet uğruna bütün Avrupa’ya “kafa tutan” Fransa içerde de pek rahat değildir aslında. Daha ziyade Paris halkının desteğiyle gerçekleştirilen devrim Fransa coğrafyasının geri kalanından beklenen desteği görmemektedir. Kendilerini Kilise ve onun kanalıyla krala bağlı hisseden, üstelik farklı etnik kimliklere sahip halklar için Paris’in herhangi bir özelliği bulunmamaktadır. Üstüne bir de rahiplerin devlet memuru statüsüne sokulup, yeterli cemaati bulunmayan kesimin din adamı vasfının düşürülmesini (yaklaşık yüz bin rahibin açıkta kalacağı anlamına geliyor) öngören yasanın kabulü kırsalda bardağı taşıran son damla olur.

Dağlılar

Bununla birlikte devrime girişilirken köylülerin haklarına dair verilen sözlerden hiç biri yerine getirilmemiş, Avrupa’yla girişilen savaşların faturası yine köylülere kesilmeye başlanmıştı. Fansız tarihine Konvensiyon dönemi (1792-1795) olarak geçecek olan bu süre haklı şöhretini meclisteki “Montagnards”ların başı çektiği “Terör dönemine” borçludur. Montagnards, dağlı karşıtı anlamında “dağlı” demektir, çoğunluğu Jakobenler ve Cordelier gurubundaki Paris bölgesi -hiç dağ olmayan bölge- vekillerinden oluştuğu için bu isimle anılır. Dağın ötesi, yani İtalya -Vatikan- karşıtı anlamı da verilir zaman zaman.

Donsuzlar

“Terreur Blanc” (devlet eliyle uygulanan yasal terör) olarak isimlendirilen bu süre zarfında cumhuriyet karşıtı guruplar şiddet uygulanarak bastırılmıştır. Vendée savaşlarını saymazsak en meşhuru tarihe “Massacres de Septembre” (Eylül katliamları) olarak geçen katliamlardır. Devrimin önde gelen figürlerinden Marat’ın önderliğinde 1792 Eylülünde Paris başta olmak üzere cumhuriyetçilerin kontrolünde olan birçok şehirde “kralcı” olmakla suçlanan, hapishanelerdeki mahkûmlar dâhil yüzlerce kişi katledilmiş, Kilise arazisi yağmalanmıştır. Bu katliamlarda ön planda bulunan silahlı güç ise Jakobenlerin de sırtını dayadığı “Sans culotte” (“donsuzlar” anlamında, askeri üniformaları olmadığı için) ismiyle maruf Paris halkından derlenmiş silahlı birliklerdir.

Fransa’nın soykırımı?

“Cumhuriyetçilerin kontrolünde” ifadesini kullandım, zira genç cumhuriyet “Fransız halkı” (bu tabir de o dönemde henüz yerleşmiş değildi) nezdinde henüz meşrutiyet sorunu yaşıyordu.  Ve bu sorun kendini Vendée ve Breton bölgesinde (Paris’in batısı, Atlas okyanusu kıyısı, haritadan bakınız), sloganı “Tanrı ve Kralı için” olan “Kralın Katolik Ordusu” adında bir isyan ordusu olarak gösterdi. Böylece ilki 1793-96 yılları arasında gerçekleşen, sonuncusu ise 1832’de patlak veren beş Vendée savaşının birincisi başlamış oldu. İlk Vendée savaşını kazanan cumhuriyet ordularının gerçekleştirmiş olduğu katliamlar bölge halkı tarafından günümüzde dahi “soykırım” olarak anılmaktadır.

Devrim üzerine kaleme alınan birçok eserde yaşananların soykırım olup olmadığı tartışılmaktadır. Zira Vendée savaşlarının anlatıldığı tarih kitaplarında “Noyades de Nastes” (Nastes’daki suda boğma olayları) başlığı ciddi bir yer işgal eder.

Cumhuriyet evlilikleri

Dâhiyane (!) bir fikir olarak, “suçluların” kurşun harcanarak öldürülmesi yerine Loire nehrinde boğularak öldürülmesine karar verilmiştir.  Hatta öldürülenlerin ekserisinin din adamlarından oluştuğu bir süreçte bu uygulamaya “Mariage républicain” (cumhuriyet evliliği) adı verilir: Rahip ve rahibeler halkın önünde çırılçıplak soyundurulduktan sonra sırt sırta birbirlerine bağlanırlar ve Loire nehrine batırılırlar. Din adamlarının evlenmeme yeminine atıfla da dönemin bölge yöneticisi Jean-Baptiste Carrier sıra dışı yöntemine bu ismi uygun görmüştür. Zaman zaman “la déportation verticale” (dikey sürgün) dediği de olmuştur. Resmi rakamlar yaklaşık 5000 kişinin Loire nehrinin derinliklerinde son bulan bu “sürgünde” can verdiğini bildirir. Nantes’lılara göre bu rakam elbette gerçeğin sadece bir kısmıdır.

Dersim’den Tunceli’ye, oradan Lyon’a

Kralı hemen unutamayan şehirlerin arasında Lyon da yerini alır. Robespierre’in partizanı bir Jakobeni (Chalier) yönetici olarak kabul etmeyip giyotinde idam eden Lyon iki ay boyunca kuşatılır. Kuşatma sonunda teslim olan şehre verilen ceza ilginçtir: Kral taraftarı isyancılar giyotine gönderilirler, ki bu tamamen öngörülen bir cezadır. Öngörülemeyen ise Lyon artık Lyon değildir. Şehir, cumhuriyete karşı savaşmış olmanın cezası olarak ismini kaybeder (bu ceza bize tanıdık gelebilir). Yeni ismi “özgürleştirilmiş şehir”dir (ville-affranchie) artık. Üstelik şehrin surlarının tamamen yıkılmasına karar verilir. Surlar yıkılır. Bununlar beraber fakir halkın yaşadığı evlerin dışında monarşiyi anımsatacak bütün yapıların yıkılması da ceza tahtasındaki listede yerini alır. Tespit edilen 600 kadar yapıdan 50-60 tanesi yıkıldıktan sonra uygulama durdurulur. Şehir halkının günümüzde dahi Paris’e karşı beslediği negatif duyguların ardında ihtilal yıllarında yaşanan bu tatsız anılar vardır. Benzer bir ceza Marsilya için de uygulanmış ve şehrin ismi “La Ville-sans-nom” (isimsiz şehir) olarak değiştirilmiştir.

Yıl: 218, Ay: Brumaire, Gün: Faisan

Bu sırada takvim yapraklarında yıl I’i, ay Vendémiaire’i göstermektedir. Neden mi? Çünkü Fransa artık “cumhuriyet takvimi” kullanmaya başlamıştır. 1805’e kadar kullanılan bu takvimde ilk ay Vendémiaire’dir ve 22 Eylül-21 Ekim tarihlerine denk gelir. Her aya yeni bir isim verilmekle kalınmamış, her günün özel bir ismi de olmuştur. Üstelik oldukça “lezzetli” isimler tercih edilmiştir: üzüm, safran, havuç, elma, erik, vesaire… 360 farklı isim. Bütün aylar 30’ar gün sayıldığı için her yıl fazla çıkan 5 gün için yeni isimler de üretilmiştir.  Bugünün tarihi ise yıl: 218, ay: Brumaire, gün: Faisan (sülün anlamında; Brumaire’ın 25. günü).

Fransa Fransız mıdır?

Cumhuriyet karşıtı isyanlar ve savaşlar bunlarla sınırlı değildir şüphesiz. Krala bağlı birden çok etnik guruptan kralsız ve kilisesiz bir ulus ortaya koyma çabası Fransa’yı kaçınılmaz iç savaşların ve isyanların ortasında bırakmıştır. Tarihçiler, uygulanan şiddeti ise “genç cumhuriyetin” kendini koruma refleksi olarak açıklama eğilimindedirler. Bretonlar, Normanlar, Alzaslar, Lyoneler, Katalanlar, Vendeler, Girondinler, Baskliler, Comptoislar, Savualar ve diğerleri… Huzurlarınızda hepsinin toplamı Fransa Cumhuriyeti ve onun Fransız Yurttaşları!

Bu da Fransız Devrimi’nin pek de epik olmayan diğer yüzüydü…


Fişlemenin Fransızcası

(Fatih Yetim)

Türkiye’nin yakın tarihinde şimdiden gösterişli bir yer edinen 28 Şubat sürecinin yıldönümünü idrak ettiğimiz şu günlerde, bu sürecin başlıca ritüellerinden olan “fişleme”nin bizim topraklara has bir zanaat olduğunu düşünüyorsanız eğer, Fransızların meşhur “l’affaire des fiches” (fişleme davası) olayından henüz haberiniz yok demektir.

Hani şu laikliği tanımlarken sık kullandığımız bir ifade vardır: “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması.” Fransa bu laiklik yasasını 1905’de onaylamıştır. Ancak oyunun asıl heyecanlı kısmı 1900-5 yılları arasında geçer. Bu dönemde III. Cumhuriyeti yaşayan Fransa, orduda ve devlet kurumlarında gittikçe güçlenen Katoliklere karşı çözüm (?) arayışındadır. Nitekim 1901’de çıkarılan bir dernekler yasasıyla Katolik dindarlara ait dernekler kontrol altına alınmaya çalışılır. Aynı dönemde kilise yönetimindeki okullara da sıkı bir denetim getirilir. 1902’de başbakan olan Émile Combes, yeni bir yasayla bir günde 2500 Katolik okulunu kapatır.

Aslen dindar bir çevrede dünyaya gelen Combes, ailesi fakir olduğu için kilisenin bursuyla okumuş, ancak kendisinde din adamı olma istidadı görülemediği için doktor olmuş; bu süreçte tanıştığı mason locasına katılmış ve politikaya atılmıştır. Rahip olması, bağlı bulunduğu kilisenin bir komisyon kararıyla engellenen Emile Combes’un Fransa tarihinin gördüğü en büyük kilise karşıtlarından olması şaşırtıcıdır.

Emile Combes, en büyük hedefi olan laiklik yasasını onaylatmaya bir adım kala patlak veren tarihi skandalla istifa etmek zorunda kalmıştır: “Fişleme davası!”

Dönemin savaş bakanı General André, Fransa Büyük Doğu mason locası (Le Grand Orient de France) işbirliği ile orduda bulunan subayları dini ve politik görüşlerine göre fişler. Bu fişleme neticesinde engellenecek ve terfi ettirilecek subaylar tespit edilir. Değişik kaynaklarda geçen tahmini fişleme rakamı 20.000 civarındadır.  Fişleme taktikleri ve kullanılan kelimeler ise bize pek yabancı sayılmaz: “ayine gidiyor”, “evinde haç var”, “fikirlerimize kapalı”, “cumhuriyetçi”, “sabit fikirli değil, kazanılabilir”, “babası Cizvit”, “ailesi zengin”, “çocuğu Katolik okuluna gidiyor”, ila ahir… En yaygın iki fişleme kelimesi VAL (Va à la messe: ayine gidiyor) ve VAL AL’dir (Va à la messe avec un livre: ayine bir kitapla gidiyor). Fişleme neticesinde tedarik edilen bilgiler önce mason locasının merkezinde toplanıyor, orada tasnif edilerek General André’ye sunuluyordu. Ordu bir anda cumhuriyetçiler ve irticacılar diye iki kısma ayrılmıştı (républicains et réactionnaires). “Mürteci” damgası yiyen subayların terfileri engellenip, sürgün kararları gündeme gelir. Orduda bulunan 425 generalden yaklaşık yarısı fişlemeler neticesinde “mürteci” olmaktan kurtulamaz.

Nitekim bazı Fransız tarihçiler, Birinci Dünya Savaşı’nın başında Almanlara karşı alınan mağlubiyetleri istidatsız cumhuriyetçi subayların terfi edilmesine, yani Büyük Doğu mason locasına bağlarlar. Kardeşi bir Cizvit rahibi olduğu için fişlenen ve engellenmek istenen General Foche’un Almanlara karşı kazanılan zaferlerin mimarı olması ise cabası!

Skandalın ilk patlak verdiği tarih 1904, kurum ise Fransa Deniz Kuvvetleri Komutanlığıdır. Çok yetenekli bazı subayların Katolik oldukları gerekçesiyle görevden alınmak istenmesi perde arkasında dönen oyuna dair ilk ipuçlarını vermeye başlar. Sağcı gazetelerin olayın üzerine gitmesi ve General André’nin sağcı vekillerin baskıları neticesinde mecliste sorgulanması skandalı açığa çıkarır. General ve başbakan istifa eder. Ancak Fransa tarihinde bir benzeri daha yaşanmamış bu olay, özellikle Katoliklerin zihinlerine masonlar aleyhine kazınır.

Fransızca’dan güzel Türkçemize geçen yüzlerce kelimeden biri olan “fişlemek” (Fransızcası: ficher) fiilinin pratikte nasıl uygulandığını da yine Fransızlardan öğrenmiş gibiyiz.


Bir “Ayasofya” hikâyesi: Panthéon

Fransa’nın Metz şehrinde yazdan kalma ılık bir sonbahar akşamı. Hasta yatağında bir kral… Etrafındakiler bu hasta adamın dudaklarından dökülecek son arzusunu yerine getirmeye hazırlanırlar. Oysa henüz 34 yaşında ölmeye hiç de niyetli olmayan genç kral son arzu yerine bir adakta bulunmayı tercih eder: İyileşmesi durumunda Paris’te o zamanlar Sainte Geneviève Manastırının harabe halinde bulunduğu tepeye, şehri Hun imparatoru Attila’nın saldırısından koruduğuna inanılan milli azize Geneviève’e yakışır bir kilise inşa ettirme sözü verir.  Bu adağın, ülkesinde yıllar sonra cumhuriyetçiler ve Katolikler arasında alevlenecek kavganın sembolü olacağını bilmeksizin… İşte kilise olarak inşa edilip anıt mezara çevrilen meşhur Panthéon’un hikâyesi böyle başlar (Panthéon: Milli kahramanlar ve ünlüler anısına inşa edilen anıt-yapı; bildiğimiz türbe!).

İyileşir iyileşmez Paris’e dönen XV. Louis, dönemin önde gelen mimarlarından Jacques-Germain Soufflot’ya Sainte Geneviève kilisesinin inşa emrini verir. Roma’daki Panthéon’dan esinlenilen bir planla 1764’de işe başlayan mimarın ömrü kilisenin tamamlanmasını görmeye yetmez. Adak sahibi ve inşaata ilk taşı koyan XV. Louis de on yıl sonra tarih sahnesinden çekilir. Klasik kilise mimarisinden çok farklı olarak tasarlanan yapının inşaatı uzadıkça uzar ve nihayet cumhuriyet devrimiyle karşılaşılır. Artık Fransa’da kilise inşaatlarını finanse edecek ne kral kalmıştır ne de kardinal.

Nihayet 1790’da, devrimden bir yıl sonra yapımı tamamlanan kiliseyi kısa bir süre sonra yeni bir inşaat daha beklemektedir. Millet Meclisi’nin 1791’de aldığı kararla kilise, yapılacak köklü değişikliklerden sonra anıt mezar olarak “kutsanır.” Fransa tarihindeki önemli şahsiyetlerin naaşlarının bu devasa mezarlığa defni uygun görülür. Ancak Paris’in seçkin Katolik ailelerinin ikametgâhı olan Latin Mahallesinde (quartier latin), Luxembourg bahçesinin (jardin du Luxembourg) hemen karşısında bulunan bu gösterişli yapının dönemin cumhuriyetçilerine öylece bırakıldığı sanılmasın. Fransa’nın ilk imparatorluk tecrübesini yaşadığı I. Napoléon döneminde yapının zaman zaman Katolik ayinleri için kullanılmasına izin verilir.

Ülkenin krallığa döndüğü döneme gelindiğinde (1821-1830) XVIII. Louis’nin emriyle Panthéon, yeniden Sainte Geneviève’e ithaf edilerek tamamen kiliseye çevrilir. Ancak bütün bu el değiştirmeler sırasında kilise karşıtlığı ile bilinen tarihi şahsiyetler (Voltaire, Rousseau, Victor Hugo, Emile Zola, Marcelin Berthelot, Jean Jaurès vs. hepsi aynı dönemde defnedilmemiştir) dâhil bütün naaşlar Panthéon’da bulunmaya devam eder. Voltaire gibi, Katolikler tarafından “din düşmanı” ilan edilen birinin mezarının bir kilise bünyesinde bulunuyor olmasını dönemin kıralı XVIII. Louis şöyle açıklar: “Bırakın Voltaire orda kalsın, böylece her gün ayini dinlemek zorunda kalarak cezasını çeker.”

1830 devrimiyle kilise özelliği elinden alınan yapı yeniden “laikleştirilir” ve adına insanlık tapınağı manasında “Temple de l’Humanité” denir.

Fransa’ya ikinci kez imparatorluk “zevkini” tattıran III. Napoléon tahta geçtiğinde ise, beklendiği üzere anıt mezarı kiliseye yeniden devreder.

XIX. yüzyılda Fransızların bu “elim sende oyunu” nihayet son bulur. 1885’de kilise payesi son kez elinden alınan yapı günümüzde Paris’i ziyaret eden her turistin gezi rehberinde bulunan bir anıt mezardır artık.

Yaklaşık bir asır süren çekişmenin son faslında Katolikler Panthéon’u kabul ederler ama içlerine tam olarak sindirdikleri de söylenemez. Zira yapı “solcu mezarlığı” olarak anılacaktır bir süre sonra. Bu durumda Invalides askeri mezarlığı da bünyesinde barındırdığı şahsiyetler göz önüne alındığında (Turenne, Vauban, Napoléon, Mareşal Foch vs.) “sağcıların Panthéonu” olarak kabul görür.

Ancak Fransa tarihinde kendisine sık sık “hakem” rolü biçilen General de Gaull bir kez daha sahneye çıkar. Aynı zamanda silah arkadaşı da olan, İkinci Dünya Savaşının ünlü direnişçilerinden Jean Moulin’in kabrini 1964’de Panthéon’a naklederek Latin Mahallesi ve solcular arasındaki tarihi rekabete son noktayı koyar.

Yolunuz Paris’e düştüğünde, klasik bir tepki olarak “Ne işim var gâvurun mezarında, Voltaire’e Fatiha mı okuyacağız?!” demeyecekseniz eğer, bu mimari şaheseri ziyaret etmeyi unutmayın.

Fatih Yetim / Paris