Beni ben yapan en önemli figürlerden biriydi. Hayatımın erken döneminin unutulmaz aktörlerinden biri oldu. Babam on iki yaşıma girinceye kadar hep yurtdışında çalıştığı için çocukluk yıllarımda bana bir nevi babalık görevini yaptı. Zor zamanlarımızda o yardımımıza koştu. Tatil deyince gençlik yıllarıma kadar onun evi geldi aklıma hep. Harçlık deyince de aklıma ilk onun verdiği harçlıklar gelir; her tatil dönüşünde okul ihtiyaçlarım için bir miktar harçlık bırakıverirdi cebime. Büyüklük yaptı. Elimden tuttu, desteğini hep hissettirdi.
Dindar bir insan oldu hep. Namaza kendi kendine ilk gençlik yıllarında başladı, sonra da istikrarlı bir şekilde hep devam etti. Köyümüzde cami denince akla o geldi; köylüden toplayabildiği paranın üstünü kendisi tamamlayıp temelinden duvarına, çeşmesinden cenaze yıkama yerine, minaresinden bahçesine kadar her yerine eli değmiştir herhalde; caminin resmi kayıtlarının mimar hanesinde ‘Hacı Doğan’ isminin yazması bundandır.
Ağabeyim ve bana, din ile ilgili elinden gelen her şeyi sevdirerek öğretmeye çalışırdı. Bizim eve yaklaşık elli metre mesafede bulunan evine koşa koşa gider, yola bakan oturma odasının penceresinin yanında onunla karşılıklı diz çöker, ezberlediğimiz namaz dua ve surelerini okur, aferinini ve bir sonraki günün ödevini alır almaz sevinçle evimize dönerdik. Tehdit, azarlama, kızma, cezalandırma hatırlamıyorum bu derslerle ilgili; çok yapıcıydı. Bildiklerini öğrettikten sonra bilmediklerini öğrenmemiz için köyün cami hocalarıyla tanıştırdı, sonra da nice zahmetlerle, şehir merkezindeki büyük ortaokul-liselerden birine kaydımızı yaptırdı. 1989 yılında, ağabeyimi ortaokula yazdırdıktan sonra ana kapıdan dışarı çıkarken elinden tutup vitrinlerdeki kupa ve madalyaları göstererek, “ileride sen de bunlardan kazanacaksın inşallah” dediğini hala hatırlarım.
Dindarlığı daha çok özel hayatla, yani ağırlıklı olarak ibadet ve ahlakla ilgiliydi. Ama siyasi olarak da hükümetin dindar olmasını, en azından din ile barışık politikalar izlemesini çok önemserdi. Siyasi konular açıldığında Adnan Menderes’ten bahsetmeyi ihmal etmez, onun dine olan olumlu tutumundan ve ilerlemeci icraatlarından övgüyle bahsederdi. Bu konularda tartışırken, fikrini destekleyecek pek de öyle sağlam bilgileri olmazdı; verdiği örnekleri din ve ekonomi politikaları üzerinden verirdi.
O, kelimenin tam anlamıyla bir “hezarfen” idi; yani “elinden her iş gelir” denen nadir insanlardandı.
Öncelikle bir demirciydi. “Yiğit namıyla anılır” derler; o da köyümüzde hep “demirci” olarak anıldı; çocuklarına “demircinin oğlu/kızı”, torunlarına da “demircinin torunu” dediler. Örsü, balyozu olan, demirleri eritip ihtiyaca göre şekillendiren, gömleğinin kollarını sıvayıp da elindeki balyozu örse vurduğunda, demirin diğer ucunu tutarak yardım etmeye çalışan beni elektrik çarpmışçasına titreten, köyün ve bazen civar köylerin demircilik işlerini yapan, sobaları tamir eden, ekin biçme makinelerinin bıçaklarını yenileyen vs. iyi bir demirciydi. Mucit bir tarafı da vardı; oğullarıyla birlikte yeni ekin biçme makinesi üretir, tarlada ve bahçede işleri kolaylaştıracak ürünleri geliştirmeye çalışırdı. İlkbaharlarda köyümüzün etrafındaki dağlarda çıkan tek-tük “navruz” çiçeklerini toplamak için bütün çocuklar dağdan dağa koşarken kendisinden bana bu konuda yardım etmesini istediğimde, çiçeği incitmeden ve kolaylıkla yerinden almamı sağlayacak çok güzel bir alet yapmıştı; kaybettiğim için hala hayıflanırım. Bir de, kış aylarının en büyük eğlencesi olan kızak yapmasını istemiştik ağabeyimle; hemen konforlu ve güzel iki kızak yapıp hediye etmişti; ne de çok sevinmiştik!
Mimardı, usta başıydı, inşaat işçisiydi; bir inşaatta yapılması gereken işlerin hepsini yapardı. Kendi evini ve çocuklarının köydeki evlerini kendisi yaptı veya yapanlara en büyük iş desteğini verdi. Köyün hala yakın zamanda yapılmışçasına sağlamca ayakta duran camisinin başrolünde o vardı. Daha geçen ay bile çocuklarının evlerinin yanına yol yapmak için canla-başla çalışmıştı.
Rençperdi; tarlaları vardı, buğday, arpa, biraz da yonca ektiği. Pancar yetiştirdi, kavun, karpuz ve ayçiçeği ekti. Ürünleri ilçemizdeki Toprak Mahsulleri Ofisi’ne götürür satardı, ekmek parasını oradan çıkarırdı. Bağı vardı, çeşitli üzümler yetiştirirdi. Kışlık üzümünü, ve hem kendisine saklayıp hem de çocuklarına göndereceği pekmezini oradaki üzümden çıkarırdı. O pekmezi yoğurdun üstüne döküp yemek, çocukluk günlerimizin en güzel tatlı çeşitlerinden biriydi. Bahçesi vardı; patates, domates, fasulye, çilek, biber, soğan ektiği. Eşiyle birlikte sırt sırta aldıkları o el emeği göz nuru ürünleri çocuklarına göndermeyi ihmal etmez, hatta bir vazife olarak görürlerdi. Kendilerine zaman zaman sırt çeviren, üzen çocuklarına bile unlarından, bulgurlarından, kısacası o yılın mahsullerinden düşen payı “adalet” gereği hep göndermeyi ihmal etmezlerdi.
Marangozdu; atölyesinde duran o koca hızarı ve gerekli diğer alet-edevatı ihtiyaç hasıl olduğunda usturupluca kullanmayı iyi bilirdi. Arıcıydı; bilenlere danışa danışa edindiği arıları, kovanları, petekleri, balmumlarını vs. kullanıp kendi balını kendisi üretirdi. Dişçiydi, iğneciydi; askerde “sıhhiyeci” olarak edindiği tecrübeyle, bir zamana kadar köyümüzde bu işlere çoğunlukla o bakmıştı, ihtiyaç gereği olarak.
En belirgin vasfı, “çalışkan” olmasıydı. Bu özelliği o kadar bilinirdi ki, yaklaşık son on beş yıldır onu gören herkesin söylediği söz, “bu kadar çalışma artık!” olurdu; yine de dinlemezdi kimseyi. Çalıştı, çalıştı, çalıştı… Ne gerekiyorsa ona çalıştı. Okuma-yazmayı öğrenmek istediğinde oturdu kendi kendine takvim yapraklarından öğrendi. Kur’an okumayı da yine kendi çabalarıyla öğrendi. Zamanı geldi çocukları için, zamanı geldi köylüler için, akrabaları için, yeri geldi sadece Allah rızası için çalıştı. Çalışmadan evinde durduğu zamanlarda, yeğenlerinden birinin belki de yirmi beş yıl önce önerdiği tesbih ve duaların yazılı olduğu kâğıda bakarak onları okudu, bordo kaplamalı Kur’an’ını defalarca hatmetti. O bordo kaplamalı Mushaf’ı dizinin üstüne koyduğu yastığa bir güzel yerleştirdikten sonra pencereden gelen ışığı tam almak için açısını ayarlayıp okuduğu andaki ses tonu, yüz ifadesi, makamı hiç aklımdan çıkmaz. Bazı okuma kurallarını ihmal ettiğini ilerleyen yaşlarımda fark etmeme rağmen o hataları uyarmaya bile gerek görmedim; çok samimi ve tatlı okuyordu…
Arada sırada, özellikle yapılacak işin olmadığı kış günlerinde, mahalledeki arkadaşlarıyla birlikte bir eve toplanır, orada “cenk” hikayeleri okurlardı. Aslında çoğu gerçek olmayan, tarihteki olayların abartılarak destansı bir üslupla anlatıldığı o hikayeleri bir kişi okur, diğerleri dinlerdi. Sadece bir kere katılma fırsatını bulduğum bu toplantılardan birinde öylesine inanarak, öylesine heyecanla ve arada bir hayret nidalarıyla dinliyor, arada destekleyici kısa yorumlar yapıyordu ki, o vesileyle kendisinin başka bir yönünü de keşfetme imkânı bulmuştum.
Beş kuruş parası olmadan çocukluk günlerini geçirmek zorunda kaldı. Fakir bir anne-babadan dünyaya gelmişti. Çocuk yaşında çobanlık yaptı; imkansızlıktan dolayı başka ilçelere gidip aylarca başkalarının hayvanlarını otlatarak hayatını kazanmaya çalıştı. Ne zorluklar çekti, ne zorluklar! Yokluğu o kadar yaşadı ki, köyde hatırı sayılır derecede mal varlığı olan “itibarlı” bir adam olduğunda, ambarlar dolusu buğdayı olsa bile, sadece bir avuç buğdayı israf etmemek için yirmi dakika uğraşıp topraktan buğday tanelerini seçmeye çalıştığını hiç unutmuyorum.
Lise yıllarıma kadar her yaz tatilimi onun yanında geçirmeye çalıştım. Birlikte ekinler ektik, biçtik, sürdük; değirmene gittik, bahçede çalıştık, bağ bozduk, atölyede çalıştık, camiye gittik, kitaplar okuduk… Bütün bunları yaparken hep bir yetişkinle konuşurmuş gibi konuştu benimle. Kimi zaman traktörün üzerinde, kimi zaman tarlada buğday destelerini toplarken, bazen dinlenirken, bazen evde sırt üstü uzanıp yüzünü şapkasıyla kapatarak gündüz uykusunu almaya çalışırken, onunla hep sohbet ettik. Dertlerini anlattı, yaşadıklarını anlattı, görüp duyduklarını anlattı, inandıklarını anlattı. Ben sordum, o cevapladı. Ben dinledim, o öğretmeye devam etti. Ermenilerin ülkeden gönderilmesi esnasında gördüklerinden, dedesinin çok zengin olmasına rağmen neden bir anda fakir duruma düştüğüne, kardeşleriyle ilişkisinden çocuklarını nasıl evlendirdiğine, Menderes’in ülke için yaptıklarından kendi evlilik hayatına, neler neler konuştuk onunla.
Ne kadar da mahcup bir insandı! En yakın akrabasının evine misafirliğe gittiğinde bile utanır, sıkılır, o uzun boylu heybetli adam mahcubiyetinden ne yapacağını şaşırırdı. Belki de bundan dolayı benimle konuşurken daha rahattı. Başka yerlerde rahatlıkla konuşamadığı çoğu şeyi bana anlatırken adeta rahatladığını hissederdim. Tabii o yaşta ve saygı duyduğum bir büyüğümün beni “adam yerine koyarak” konuşması beni de oldukça mutlu ederdi…
Tarlada yemek arası verdiğimizde normal yemeğimiz, yoğurdun üstüne çörek parçaları doğrayıp iyice karıştırdıktan sonra üstüne bir miktar su eklemek suretiyle hazır olurdu. Bazen de şekerli suya çörek parçaları doğrar kaşıklardık. En büyük lüksümüz bunların yanında karpuzumuzun ve soğukluğu gölgede muhafaza edilebilmiş suyumuzun da olmasıydı. Bu yemekleri yerken de ne güzel muhabbet eder, sonra toprakla kapları temizler, biraz dinlendikten sonra da birlikte çalışmaya devam ederdik.
Bu çalışkan ve heybetli adam, yani benim üzerimde çok emeği ve hakkı bulunan biricik dedem, artık istese de çalışamayacak, kitap okuyamayacak, bir yerden bir yere gidemeyecek; amansız bir hastalığa maruz kaldı çünkü. Midesindeki rahatsızlıktan dolayı şu anda hastanede çektiği acılar ve hareket etmeyi en büyük özgürlüğü olarak yaşayan bedeninin o odaya hapsolmuş olması onu ne denli rahatsız ediyordur kim bilir!
İnancını ve ibadetini hep korumaya çalışan sevgili dedem, şimdi ‘gerçeği ve geleceği’ bilmeyerek, ama hissederek yatağında tevekkül içinde bekliyor. Yasinler bekliyor, dualar bekliyor…
Anlattiklari ile bu derece etkileyici ve sanki sizle berabermissecine yasadikalriniza tanik olmus hissi uyandiracak kadar guzel bir yazinin bu denli bir sonla bitmesi cok uzdu beni. insallah en kisa zamanda gene eski sagligina kavusur dedeniz… Allah acil sifalar versin…
Sevgili Emrah abi. Öncelikle gecmis olsun dileklerimi iletmek isterim..Allah acil şifalar versin……senin üzerindeki etkiden ve söylediklerinden anlaşılacağı üzere deden tam dede imiş…..yani hani derler ya “benim dedem var ya….” aynen öle bı dede imiş….valla senin adına sevindim böle bir dedeye sahip oldugun için….ben iki dedemizde görmedim…bu yüzden onlar hakkında bu sekilde anlatacağım hiç birşeyim yok….ama valla imkanım olsa senin dede ni dedem yerine koyup böyle bir dedeyi vefata etmeden önce ziyaret etmek isterdim…….
Allah acil şifalar versin…….
Yüreğine sağlık Emrah hocam.
Benim de dedemle kurduğum özel ilişkiyi anımsattı bana bu güzel yazı..
Dedeniz için acil şifalar diler, selam ederim.
Bi adam ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Yazdığın ve yorumladığın herşey için teşekkürler.allah dedeme acil şifalar nasip etsin inşaallah…
Emrah bey merhaba ben kardesinizin ilkokul arkadaşıyım öncelikle şunu belirteyim Allah yardımcısı olsun acil şifalar dilerim. Yazınıza gelince okuması çok zevkli ve akıcı bunun yanında anlattığınız kişiyi görmüş olmak da artı yanları sadece bir yada iki defa ben ilk okul yıllarında iken görmüşümdür; bunun yanında sizinde yazınız beni tekrar o yıllara götürmesi başka bir tad aldırdı bana.
Saygılarımla
Bülent şekerci
http://www.blntskr.com
Merhaba Emrah abi, dedenizin vefatını bugün öğrendim. Rabbim rahmetini beraber eylesin. Başınız sağolsun.
Allah bu kederli gününde sana ve yakinlarina sabir versin hocam. Hayati dolu yasayan, bu dünyasi ve ahiret icin yasayan bir insanmis deden. Allah mekanini cennet eylesin insallah! Akif
Benim hic Dedem olmadi, o duyguyu yasayamadim. Kiskandim dogrusu aranizdaki sevgiyi, senin adina da cok sevindim. Iyiki yasamissin tum bunlari. Allah rahmet eylesin mekani cennet olur insallah!