“İslam bir akıl dinidir” önermesine hepimiz aşinayızdır. Bununla İslam’ın akla uygun bir din olduğu, akıl ile çatışmayacağı, bütün emir ve yasaklarının birer rasyonalite içerdiği kastedilir. Bu iddiayla ilgili tartışmalar bir yana, ben İslam’ın, “akıl dini” olmanın yanı sıra, belki daha da çok bir “metin dini” olduğunu düşünüyorum.
İslam medeniyeti, bir metin medeniyeti olarak da açıklanabilir; metin, hayatın merkezindedir, ölçüyü belirler, çerçeveyi çizer, fikir ve davranışlara “İslamilik” istikameti verir. İslam’da metin hakemdir, kaynaktır, delildir, mercidir…
Dini yakından tanımayan insanlar, müslümanların bazı konulardaki bilgi ve fikirlerinde, bazı tutumlarında neden ısrarcı olduklarını kolay kolay anlamlandıramazlar. Bu “muhafazakâr” duruşu tutuculukla, mutaassıp olmakla, gelişmelere ayak uyduramamakla ilişkilendirmek gibi bir kolaycılığa kaçarlar.
Oysaki durum hiç de öyle kolaylıkla tanımlanacak kadar basit değildir. Konuya şu gibi sorular ışığında da açıklık getirilebilir: Müslümanlar da yeme- içme, cinsellik ve eğlence gibi konularda neden gönüllerince hareket edebilmeyi istemesinler? Bilhassa Avrupa’daki gibi gayrimüslim çoğunluklu ülkelerde yaşayan mütedeyyin müslümanlar, marketlerde neden her bir ürünün içeriğini kontrol etme zahmetine katlansınlar?
Giyim- kuşam konusunda neden bunca iç ve dış gerilimleri yaşamayı tercih etsinler? Özellikle de herhangi bir ortamda dinî tutum ve kimliklerini “açığa çıkaran”, kimi zaman sosyal ve hukuki ayrımcılıklara maruz kalmalarına da neden olan başörtüsü konusunda neden ısrar etsinler?
Bütün bu gibi gerilimleri sadece sosyolojik bazı nedenlerle, gelenekle, toplumsal kontrolle, ataerkil kültürle vs. açıklamaya çalışmak kolay ve görece ikna edici olsa da, açıklamayı sosyolojiye “indirgemek” İslam tarihini ve “İslam düşüncesi”ni pek yakından bilmeme hatasını belli eder. Sosyolojik faktörlerin muhafazakârlık üzerinde tahmin edilenden de büyük etkileri olduğunu ben de düşünüyorum; ama o faktörleri tek açıklayıcı olarak görmenin problemli tarafları var.
Yeme- içmede olduğu gibi cinsellik, eğlence, ekonomi, zaman kullanımı gibi konularda “iradi” olarak kabul edilen bazı kısıtlamaların, çoğu zaman aslında bir “kendini bilinçli bir şekilde mahrum etme” durumu olduğu çok açık…
Bu konuyu ele almayı şundan dolayı gerekli görüyorum: Bir kişisel ve toplumsal tutum olarak muhafazakârlık ile dinî muhafazakârlık birbirine rahatlıkla karıştırılabiliyor ve çoğu zaman ikincisi, birincisi ile aynı kefeye konuyor.
İslam’ın kurucu metin kaynakları olan “Kitap” ve “Sünnet”, bir müslümanın ‘İslam adına’ ve ‘İslam hakkında’ söz söylerken sırtını dayaması gereken temeller olarak görülür. Kitap denirken, 610-632 yılları arasında parça parça nazil olan Kur’an kastedilir. Sünnet ya da Hadis dendiğinde ise, İslam peygamberi Hz. Muhammed’in söz, fiil ve onaylarına dair rivayetler kastedilir.
İslam düşüncesindeki, İcma, Kıyas, İstihsan, Mesâlih-i Mürsele, Örf gibi diğer “Şer’î deliller”in ve onlarla bağlantılı olan ‘içtihatların’ dahi, en baştaki Kitap ve Sünnet’e dayanması, onlar üzerine bina edilmesi, ya da en azından onlarla çatışmaması beklenir. Bir düşünceyi ‘İslami’ yapan da zaten bu ölçüdür denilebilir.
Savunulacak her yeni iddia ve verilecek her yeni hükmün, Kitap ve Sünnet ile bir şekilde uzlaşma içinde olması talep edilir; zahiren ve ilk bakışta bir uyuşmazlık görünüyorsa, iddia ya da hüküm sahibi, ‘izleyicileri’ (iki anlamını da kastediyorum), yaptığı yorumlarla, ‘aslında’ bir zıtlaşma olmadığına ikna etmek zorundadır…
Peki, metnin bu derecede önde olmasının tarih boyunca İslam düşüncesine olumlu ve olumsuz ne gibi etkileri oldu? Başka bir yazıda tartışalım.
(Bu yazı, 16.07.2015 tarihli Taraf Gazetesinde yayımlanmıştır.)