KENDİNİ ARAYAN DEMOKRASİ

(Bu yazı ilk olarak 22.08.2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

Hasan el-Benna’nın 1928’de kurduğu ve Arap Baharı ile birlikte kurulan Mısır demokrasisinin ilk seçiminde iktidara gelen Müslüman Kardeşler (İhvân-ı Müslimîn) grubu demokrasiye, yani kendi irade ve tercihlerine vurulan açık bir darbeye rağmen devletle silahlı bir çatışma içine girmeyi tercih etmedi. Hatta bu darbenin ardından meydanlarda yapılan katliamlar bile onları öylesi kanlı bir mücadeleye sürüklemedi henüz.

Bu, özellikle de Batı’da yaygın olan Müslüman algısına zıt, anlamlandırılması zor bir durum. Medya ve bazı politikacılar eliyle neredeyse şiddet yanlılığıyla ve terörizmle özdeşleştirilmiş hâle getirilen İslam ve Müslüman algısını benimseyenler, yani İslamofobi sahipleri bu olay karşısında belli- belirsiz bir şaşkınlık yaşıyorlar…

On sekizinci yüzyıldan beri Batı karşısında yaşadıkları askerî, siyasi ve ekonomik mağlubiyetlerden kurtulma çabası olarak, Müslüman ülkelerde çeşitli “ihya hareketleri” ortaya çıktı. Ana hedef, Batı sömürgeciliği ve modernizmine karşı ülkelerinin bağımsızlığı ve İslamlaşması idi.

Aralarında radikalizme ve şiddet yoluyla mücadeleye başvuran veya öyle bir mücadeleyi savunan gruplar olmakla birlikte, çoğunluk uzun vadeli planlar yaparak farklı alanlarda çalışmalar yürütmeyi tercih etti.

Düşünce ve eğitime olduğu gibi pratik ve siyasi aktivizme de vurgu yapanların olduğu bu gruplar içinde asıl fark, ana metinleri yorumlama biçimleri ve siyasal tavır alışlarıyla ilgili. Örneğin, her şeye rağmen barışçıl bir yol benimseyenler metotlarını başlıca şu şekilde temellendirirler:

• İslami öğretide “fitne”, yani toplumda huzursuzluk ve kargaşa çıkarmak, bozgunculuk yapmak, cinayetten daha şiddetli bir tehlike olarak görülür ve bundan dolayı, zulme maruz kalmak ve uzun süreli zor zamanlar geçirmek pahasına da olsa, gerektiğinde toplumun düzen ve selametini sağlamak uğruna pasif bir muhalefet şekli tercih edilir.

• Sünni hukuk metodolojisinde “Mesâlih-i mürsele” kapsamı içinde değerlendirilebilecek olan bu tutum, devrimci ve çatışmacı bir muhalefetin önünü büyük oranda kapatır. Ama bu her tür haksızlığa boyun eğmek anlamını da taşımaz; muhalefetin şeklini belirler. Bu muhalefet devrimci değil düzeltici (ıslah) ve alternatif oluşturucu bir niteliktedir.

• “Sabır” kavramı sessiz durmak, hareket etmeden beklemek şeklinde anlaşılmaz; bir direniş şeklidir. Ani bir öfkeyle şiddete başvurmayı yanlışlayan, çatışarak değil çalışarak beklemeyi öğütleyen bir direniş türüdür.

• En önemli model olarak ise ilk dönem Müslümanları gösterilir. İslam’ın şekillenme sürecinde Müslümanlar, dönemin şartlarında meşru bir siyasi birlik oluşturana dek hakaret, işkence ve ülkelerinden sürülme gibi haksızlıklara maruz kalmalarına rağmen şiddet içeren hiçbir tepkide bulunmamışlardır…

Bunlar ve başka saiklarla, Müslüman Kardeşler grubu bugünlerde sergiledikleri zor tutumu benimsiyor ve demokratik haklarına barışçıl bir şekilde sahip çıkmaya çalışıyorlar; üstelik geçmişte içlerinden radikalizmin fikir babaları olarak görülen isimler çıktığı hâlde.

Şimdi dünyanın ve özelde seküler devletlere sahip Müslüman ülkelerin düşünmeleri gereken soru şudur: Radikalizme ve şiddete başvurmadıkları sürece İslami grupların, ülkelerinin İslamlaşmasını talep etmeleri ve bu amaçla siyasi çalışmalarda bulunmaları ne kadar demokratik bir haktır?

Yahut demokrasi, yapısı gereği sekülarist bir ideolojiye sahiptir de ona zıt girişimlerin darbelerle alaşağı edilmesi “demokratik” devlet sisteminin gereği midir?