(Fatih Yetim, Lyon / Fransa)
Şimdi kulaklarımda hoş bir seda, sultan-ı yegâh saz semaisini dinliyorum. Birazdan anlatacaklarım bu tarz bir müzikle tenakuz teşkil edecek şüphesiz. Zira sizinle, ihtiyari ya da gayr-i ihtiyari kendisini sık sık ziyaret ettiğim bir ülke üzerine izlenimlerimi paylaşmaya çalışacağım.
Batı Avrupa’nın ikizlerinden biri olan Hollanda’dan bahsediyorum. Diğeri de kim diyecek olursanız bir parantez açayım hemen: (Belçika). Bir zamanlar (16. yüzyılda) İspanya ve Portekiz’den aldıkları deniz üstünlüğünü İngilizlere devredene kadar bu ülke Avrupa’nın ticaret merkeziydi. Ya da bu şehir dememiz daha doğru olur herhalde. Zira o dönemde sadece Amsterdam’ın vergi geliri Avrupa’nın geri kalanından fazlaymış. Sahip oldukları verimli toprakların epeyce bir kısmını denizle verdikleri mücadeleye borçlular. İnşa ettikleri setler sayesinde denizden kazandıkları toprakları tarım için kullanıyorlar. Arazilerinin bir kısmının deniz seviyesinin altında olmasının nedenlerinden biri de budur şüphesiz. Fransızlar bu coğrafyadan bahsederken “pays-bas” ifadesini kullanıyorlar, “alçak ülke” demek. Espri kabiliyetlerinin varlığına inandığım bir kaç türkün Hollandalılara hitaben kullandıkları “aşağılık ülke” güzellemesinin de Fransızca aslından kaynaklandığını anlamışsınızdır sanırım.
Amsterdam’da, ya da bu ‘alçak ülke’nin herhangi bir şehrinde gezerken çiçek pazarlarıyla karşılaşılabilir her köşe başı. ‘Bizim’ dediğimiz lalenin envai çeşidinden, ‘Japonların’ bildiğimiz bonzainin çeşitlerine kadar her türden çiçek bulmak mümkün bu pazarlarda. Hatta Amsterdam havaalanında en çok satılan hediyelik “eşya”nın lale olduğunu duymuştum. Ya da denemek için size en yakın çiçekçide bulunan bir bonzainin üretim yerine bakabilirsiniz.
Hollandalılar, sahip oldukları tarihi yapılarının varlığını ikinci dünya savaşı sırasında Nazi ordularının ‘merhametine’ borçlular. Alman orduları karşısında verdikleri tarihi direniş (!) destanlarının anısına Amsterdam’ın göbeğine koskoca bir de anıt konduruvermişler. Dile kolay, tam beş gün direnmişler, ya da dört gün direnip beşinci gün teslim olmuşlar. O dört gün boyunca da Rotterdam’ın bombalanışını izlemişler. Almanlar Rotterdam’ı numune olarak bombaladıktan sonra, teslim olmamaları durumunda Amsterdam’a da aynı muamelede bulunacaklarını müjdelemişler (!). (Paris’e yaklaşık 100km mesafedeki Rouen’in bombalanıp Paris’e ilişilmemesi gibi). İşte bundandır ki günümüz Rotterdam’ı modern binalardan oluşur (Bizim Jackie Chan’nin ‘kimim ben’ filminde üstünden kaydığı cam binayı hatırlayın lütfen). Amsterdam ise tarihi dokusundan hiçbir şey yitirmemiştir. Şehir tarihi ihtişamının büyük bir kısmını Avusturya Habsburg kıralı Maximilieu’nun yakın ilgisiyle kazanmıştır. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Avrupa’daki gösterişli günlerinde Hollanda arazisi Habsburg hanedanının toprağıydı. Bu arada hemen bir parantez daha açayım: (Aynı tarihlerde Belçika’nın resmi adı “İspanya Hollandası”dır).
Fransa’da meşhur bir söz dolanır ağızlarda: “Büyük şeytan Amsterdam’da, küçüğü Paris’te yaşar” diye. Fuhşun en yaygın olduğu iki şehir bir biriyle böyle kıyaslanıyor. Amsterdam’ın en meşhur caddesinden Dam meydanına inerken müşterisi bir hayli fazla, ilginç ama bu şehrin şöhretine yakışır bir müzeyle karşılaştım: ‘Sexmuseum’. Bu isme sahip bir müzede ne sergilenir diye merak etmeden alamadım kendimi. Bir ara içeri girmeyi düşündüysem de içimdeki ahlaki endişeleri gideremediğim gibi, 10 €’nun fevkinde olan giriş ücretine de kıyamadım açıkçası. Ben de müze gezi hakkımı Amsterdam müzesindeki ‘The city and the sultan’ adlı Türkiye tanıtım sergisini gezerek kullandım. Kıyaslamak için bir fikriniz olsun diye ekliyorum. Air France uçuşlarında yolculara sunulan dergilerde, elinizdeki dergide yer alan kuponla gitmeniz durumunda indirimli ya da bedava girebileceğiniz ‘table-dance’ (strip-tease) kulüplerinin reklamlarından bolca görmeniz mümkün. Hatırlarsanız Peyami Safa da “Havva anamızın güzel kızlarını” bütün anatomik çıplaklığıyla ilk defa Paris’in bu mekânlarında gördüğünü itiraf ediyor bir yazısında.
Hollanda’yı ananların aklına ilk gelen ön bilgilerden biri de uyuşturucunun serbest olduğudur. Bu tüketim maddesi için özel mekânlar açılmış “coffee shop” adı altında. Kimliğinizin ibrazının akabinde belli bir miktar uyuşturucuyu tüketmeye hak kazanıyorsunuz! Ama bütün bilgileriniz (ne kadar sıklıkla, hangi miktarda tükettiğiniz) devlet tarafından kayıt altına alınıyor. Bunun dışında, eğer yabancı plakalı bir araçla Hollanda sınırları dâhilinde, otobanda seyrediyor dahi olsanız, yanınıza yaklaşan yakışıklı (!) bayların sigara içer gibi parmaklarını dudaklarına götürerek size “mal” satmak isteyeceklerinden katiyen emin olabilirsiniz. Bu durumda tepkisiz kalmanız yeterli olacaktır, tabii “mal” istemiyorsanız! Ayyaş olması beklenen bir milletin pekâla diri ticari varlıklarını neyle açıklamak lazım acaba. Mesela Unilever (omo, knor, signal…) ve Philips gibi dev şirketlere sahipler. Hatta Eindhoven şehri Philips fabrikası kurulduktan sonra meydana gelmiş. Şimdi de şehrin yaklaşık dörtte biri kadar bir alan bu şirketin fabrikalarından oluşuyor. Meşhur PSV takımı da Philips Spor Kulübü anlamına geliyor zaten (Philips Sport Vereniging).
Hollanda’nın her köşesinde gemiler için otoban şeklinde yapılmış kanalları görmek mümkün. Ticari taşımacılık daha ziyade su yoluyla yapılıyor. Şehir içlerinde ise akla zarar bir bisiklet popülasyonu var (siz Türkler nasıl diyorsunuz!). Halkın milli bineceği desek doğru olur herhalde. “Bisiklet binenin, kılıç kuşananın!” şeklinde bir Flaman atasözünün olduğunu varsayabiliriz. Hatta alman işgalinden hemen sonra bir müddet, Hitler ülkede bisikleti yasaklamış. Hangi hikmete binaen yapmış bilemiyorum (“Alman arabaları satılsın diye” bir dedikodu da mevcut konu üzerine) ama tarihi bir misilleme adına Federal Almanya-Hollanda maçlarından birinde Hollandalı futbolcular sahaya bisikletle gelmişler.
Yakınlarda okuduğum bir haber dünyanın en uzunlarının Hollandalılar olduğunu söylüyordu. Bunu yakinen müşahede etmek boy ortalaması 1,70 olan biz Türkler için biraz onur kırıcı olabilir. Boy kompleksi olan birinin gitmemesi gereken bir ülkedir diyebilirim. Hani boyu çok uzun olan biri için “sulak arazide yetişmiş” deriz ya, Hollanda coğrafyasını ve insanını görünce bu sözün öğlesine söylenmiş bir söz olmadığını anlıyorsunuz.
Hollanda halkının çoğunluğu filamanlardan oluşuyor (biraz da alman var). Cermen bir ırk oldukları malum, üstelik kıta Avrupasının “en sevilmeyen ırkı” seçilmişler Fransızlar tarafından. Haliyle dilleri de filamanca, alman aksanıyla İngilizce konuşuyorlar sanki. İkisinin arası bir dil (Latin kökenli değil yani). Belçika Flamancasıyla aralarında biraz aksan farkı var sadece. Bir parça ülkede tam 16 milyon insan yaşıyor. Yani Singapur’dan sonra kilometre kare başına en fazla insan düşen ülke kabul ediliyor. Şahsen ben de kabul ediyorum!
guzel ve bir o kadar da orijinal ve bilgilendirici bir yazi olmus…
tebrik ve tesekkurler, vesselam 🙂
Fatih hocam çok orjinal yazı olmuş. Üslup rahatlığınız da hemen göze çarpıyor, devamını bekliyoruz.