AYDIN

Aydın, benim için ulaşılması, dokunulması ve yaklaşılması zor bir insan tipiydi bir zamana kadar. Onlara ancak kitaplarını ve çeşitli yerlerde yayınlanmış yazılarını okuyarak temas edebilirdik. Aslında o bize temas etmiş olurdu bu durumda ama bu bile yeterdi bizim için. Temasın bizim tarafımızdan olması, ancak yazdığımız ve karşı tarafın okuyup okumadığından emin olamayacağımız, büyük ihtimalle de okunmaya değer görülmeyecek mektuplarla olurdu. Mektup yazacaksak, cevaba dair pek ümit beslemeden yazacaktık; koca yazar işini gücünü bırakıp biz acemilere mektup yazmakla harcamazdı vaktini.

Aydınlar ve yazarlar, bizim bilmediğimizi bilir, bildiğimizi bilse bile bizim erişemeyeceğimiz yetkinlikte yorumlar yapardı. Kaç yaşına gelince onlar gibi olabileceğimizi hayal etmeye cesaret bile edemezdik; ulaşılmaz bir yerde, başka dünyaların insanlarıydı onlar.

On yedi yaşımdayken, liseden çok yakın bir arkadaşımla bir yazarın iki yüz sayfa civarındaki ilk kitabını okuyup çok etkilenmiş, kitabı bitirdiğimiz gece oturup kendisine şükranımızı ve hayranlığımızı ifade eden bir mektup yazmıştık. Aydın sınıfına temas konusundaki ilk girişimimiz bu şekildeydi, heyecanlıydık, bir cevap mektubunu bekleyip beklememekte tereddütlüydük. Mektubu gönderişimizin ertesindeki ilk bayram tatilinde postadan aldığım büyük zarfın üzerinde artık hayranı olduğum ve bütün kitaplarını okuduğum yazarın ismini görünce ne kadar da sevinmiş, itinayla zarfı açmış ve kendi güzel el yazısıyla benim ismimi nasıl yazmış olduğunu hayranlıkla seyrederek kalakalmıştım.

Aynı yazarla iki yıl sonra bir pastanede kahvaltı yaparken üslubundaki esrarı paylaşmasını rica etmiştim, o da beni kırmayıp anlatmıştı. İyi yazmanın sırlarını sayarken söylediği bir maddeyi nasıl uygulayacağım konusunda kısa bir tereddüt yaşadığımı hatırlıyorum: “Okuduğun yazıları eleştirerek oku, ‘ben daha iyisini yazabilirim’ de!” Henüz üniversitenin ikinci sınıfında okuyan, on dokuz yaşında bir genç iken o koca adamları beğenmeme cüretini nasıl gösterebilirdim, daha iyi yazıları yazabileceğimi nasıl iddia edebilirdim, bir fikrim yoktu.

Zamanla oldu tabii bu durum. Kitapların dünyasına girdikçe üsluplar arasındaki kalite farkı konusunda fikir sahibi olmaya, yazarlar arasında daha seçici davranmaya, bazı kitaplardaki bilgi yanlışlarını ve mantık hatalarını fark etmeye başladım; her ne kadar olumlu veya olumsuz bir cevap alamasam da, okuduğum bazı kitaplardaki bilgi yanlışlarını not edip yazarına veya yayınevine gönderme cesaretine sahip oldum.

Bununla birlikte, belki de İstanbul’da yaşamadığımdan, yazarların özel hayatından oldukça uzaktım; röportajlarda bazı küçük ayrıntılar varsa onları ayrı bir ilgiyle okur, topladığım küçük parçaları birleştirip onlardan kendime kanaatler oluşturmaya çalışırdım. Magazin dünyası, uğraşı alanı olarak yazarları pek tercih etmediği için işim zordu. Bir yazara başka bir yazar hakkındaki fikrini sorup iki cümle de olsa düşüncesini almak bile büyük bir kazançtı benim için.

Yazarların özel hayatlarını öğrenmek sanatçılarınkini öğrenmekten daha mı az önemli? Bilakis çok daha fazla önemli; çünkü yazarların sunduğu bilgi ve fikirlerle kanaatlerimizi oluşturuyoruz. Farkında olmasak da, sevdiğimiz yazarların bakış açılarını benimsiyoruz zamanla. Tumturaklı cümlelerle dünyamıza giren fikirlerin yanlış, tutarsız veya tehlikeli olduğunu yıllar sonra fark edip uzaklaşabiliyoruz ancak, tabii fark edebilirsek. Onları okuyarak dünyayı, insanları ve hayatı yorumluyor, henüz tanımadığımız müstakbel eşimize ve evlilik kurumuna bakışımızı dahi onlardan etkilenerek ayarlayabiliyoruz. Bu durumda yazar o yazıları yaşayarak mı yazdı, fantezi mi yaptı, etkileyici yazı yazmanın şehvetine kendini kaptırıp hayata geçemeyecek fikirler mi salık verdi? Bilgisi olmadığı konularda ahkam mı kesiyor? Üslubuna bakarak o alanda çok derin olduğu zannına kapıldığımız yazar, acaba aslında sadece bir lise öğrencisi seviyesinde de haberimiz mi yok? Acaba fikir ve idealleri ile yaşamı arasında ne derecede tutarlılık var? Ahlakı, kişiliği, aldığı eğitim, özellikle kalem oynattığı konulardaki pratiği ne durumda?

Bütün bunları bilmeden gayet temiz duygularla, sadece sözlerindeki etkileyiciliğe bakarak okuduğum yazarların bilgi ve fikirlerini olduğu gibi alıp kabul etmenin, hatta zamanla kendime mal etmenin ne kadar safça ve sakıncalı bir teslimiyet olduğunun farkındaydım ve bundan dolayı özel hayatlarına, aldıkları eğitime, tutarlılık kaygılarının olup olmadığına dair ne kadar çok bilgim olursa o kadar mutlu hissediyordum kendimi; parça parça toplayarak kendimize birer kişilik, birer hayat inşa ediyoruz çünkü; yaşam binalarımızın taş ve malzemelerini en çok saygı duyduğumuz insanlardan ediniyoruz çünkü…

Yaşım ilerledikçe o esrarengiz dünyaya daha fazla girmeye, aslında onların da bizler gibi birer fani olduklarını anlamaya, hataları, eksiklikleri ve zaaflarıyla birlikte alelade insanlar oldukları gerçeğiyle iyice karşılaşmaya, nihayetinde de çoğunun elde ettikleri başarıların ve sahip oldukları kalitelerin çalışılarak kazanılabilecek şeyler olduğunu görmeye başladım. Kimiyle karşılaşınca hayranlığım kat kat arttı, kimini görünce yazılarının büyüsü bozuldu, kimi beni hiç unutamayacağım hayal kırıklıklarına uğrattı; o yazılarında devleşen, hemen her şeyin sırrına vakıf olmuş bilge görünümündeki bazı adamların aslında sadece birer çocuktan başka bir şey olmadıklarını görmenin şokunu yaşadım kimi zaman…

Doktoranın “saha çalışması” aşaması için İstanbul’a gideceğim zaman, her ne kadar zorunlu olmasam da, görüşeceğim isimler listesine Türkiye’nin saygın aydınlarından benim konumla ilgili olanları da eklemeye karar verdim. Hem çalışmamın niteliğine önemli bir katkı sağlamış olacak, hem de bu vesileyle aydın sınıfıyla daha yakın bir temasa geçmiş olacaktım. Yıllardır makale ve kitaplarını okuduğum o yazarları kendi odalarında ziyaret etmek, istediğim bütün soruları sorabilmek ve üstelik bunları kaydetmek oldukça heyecan verici bir fikirdi benim için.

Aklımdan geçen, ilk fırsatta hemen randevu istemeyi planladığım, hem kendi çalışma alanında iyi hem de ‘aydın’ sıfatını en çok hak ettiğini düşündüğüm isimlerden biri de o idi…

Önce e-mail yazdım, çalışma konumdan ve kendisiyle neden görüşmek istediğimden bahsettim. Görüşebileceğimizi söyledi ve Türkiye’ye geldiğimde tekrar yazmamı istedi. Aradan birkaç ay geçti, müsait olduğum bir zamanda tekrar yazdım ve yine hızlı ve ilgili bir şekilde cevap yazdı. Cep telefon numarasını verdi, bir sonraki hafta istediğim zaman görüşebileceğimizi söyledi, yalnız bir gün öncesinden telefon açmamı rica etti. Anlaştığımız gün ve saatte üniversitedeki odasında bulunabilmek için birkaç gün öncesinden planlar yapmam gerekiyordu, çünkü bulunduğum yere çok uzakta bulunuyordu çalıştığı yer. Olsundu, yine de değerdi böyle bir kişiyle görüşüp istifade edebilmek için. Geceden kalacağım yeri ona göre ayarladım, sabah o semtten bir arkadaş arabasıyla aldı, okula yakın başka bir arkadaşın evinde kahvaltı yaptık ve sonrasında arkadaşım beni üniversiteye bırakma nezaketinde bulunduktan sonra yol uzun olsa da pek zahmet yaşamadan anlaştığımız yere ulaştım.

Gazetelerde röportajlarını ve yazılarını okuduğum, dersine katılanlardan ve konferanslarını dinleyenlerden hakkında çeşitli iltifatlar işittiğim ve bir süredir köşe yazılarını düzenli takip ettiğim böyle “dolu” bir entelektüelle görüşecek olmanın heyecanıyla, doğru ve verimli sorular sormanın endişesi içinde çalıştığı binayı ve odasını buldum. Kapıya yaklaştım, penceresinden baktığımda gördüğüm adam, evet o idi. Sadece birkaç fotoğrafını görebildiğim, birkaç videosunu izleyebildiğim kaliteli yazar karşımda masasında bir şeylerle oyalanıyor ve beni bekliyordu. İzin isteyip içeri girdiğim ve kendimi tanıttığımda kibar bir şekilde ayağa kalkıp masasının karşısındaki sandalyelerden birine oturmamı rica etti. “Hoş geldin; çalışma konundan özetle bir daha bahseder misin?” dedi. Hangi konuya çalıştığımı, Türkiye’ye neden geldiğimi, o ana kadar neler yaptığımı ve kendisiyle neyi neden konuşmak istediğimi kısaca açıkladım. Konuyla ilgili kendisine bazı sorular soracağımı söyleyince önce kabul eder gibi oldu, sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi, “Olmaz!” dedi. “Ben deney faresi miyim? Araştırma yapacaksan kendine fare bulmalısın!” diyerek konuşmayı reddetti. Önce neye uğradığımı şaşırdım, sonra “Hocam yanlış anladınız sanırım; ben zaten araştırma yapacağım kitle ile mülakatlarımı yaptım, bitirdim; sizinle konuşmak istememin sebebi sadece konu ile ilgili fikirlerinizi almak” diyerek açıklamaya çalıştım.

Karşımdaki kişi benimle değil zihnindeki kalıplarla çatışıyordu adeta: “Doktora çalışması böyle olmaz! Gidip kitaplar okuyacaksın, insanların içine gireceksin, araştırmanı orada yapacaksın; sadece benimle konuşup onu yazmakla doktora yapılmaz!” dedi ve doktora çalışmalarındaki yetersizliklerden, doktora yapanların önemli bir kısmının sadece internet üzerinden bilgi toplayarak işlerini halletmeye çalıştıklarından yakındı. “Hocam, bahsettiğiniz şeyleri zaten yaptım ben; yüzlerce kitaba baktım, öğrencilerle mülakatlarımı ve gözlemlerimi yaptım vs. Şimdi de, konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm birkaç yazarla görüşme yapıp çalışmama güzel katkılar yapmaya çalışıyorum” dediysem de karşımdaki adamı durduramıyordum. “Baştan söyleseydin ben sana hiç gelme derdim, ya da gel beraber çay içip muhabbet edelim sadece derdim” diyerek üstü örtülü yol gösterdi sanki. Sonra da başka bir yerden vurdu: “Zaten sosyoloji bir bilim midir ki! Siz sosyologlar kim oluyorsunuz ki geriye çekilip kibirli bir şekilde toplumu yorumlayabileceğinizi sanıyorsunuz? Toplumu yorumlamayıp içine gireceksin, insanların arasında yaşayacaksın ve anlamaya çalışacaksın!”

O arada telefonu çaldı, sanki misafiri olarak ben odada yokmuşum gibi yaklaşık on dakika rahat bir şekilde konuştu. Artık gitmemi istediğine dair bir mesaj veriyor olduğunu düşünerek bir taraftan gitmeye hazırlanmak ile diğer taraftan biraz daha alttan alıp konuşmaya çalışmak arasında kaldım, sonra ikincisini tercih ettim. Telefon konuşması bitince üniversiteden başka bir görevli geldi, teknik birkaç soru sordu ve gitti. Hoca ile baş başa kalınca sanki bana hiç nezaketsizlik yapmamış gibi, kabalıklarını yok sayarak kaldığımız yerden devam ettim: “Az önce sosyolojinin bir bilim olmadığını söylemiştiniz; bunu bütün sosyal bilimler için mi söylüyorsunuz, yoksa sadece sosyoloji için mi?” diye sordum. İngiltere’de beraber kaldığımız arkadaşlarla üzerinde en çok konuştuğumuz konulardan biri olduğu için konuyu ayrıca çok önemsiyordum. Alttan alarak soru sormaya başlamamda onun da etkisi oldu doğrusu; çünkü ne olursa olsun karşımdakinden istifade edebileceğim şeyler olduğuna inancımı hala devam ettiriyor, hareketlerini sadece tatlı birer huysuzluk olarak görüp geçmeye çalışıyordum. Bütün sosyal bilimlerin aslında bilim olmadığından bahsetti. Çok determinist yaklaşımlar olduğunu, tespit edilip söylenen faktörlerden çok daha başka faktörlerin de hadiselerin oluşmasında payı olabileceğini söyledi. Kendisinin de sosyal bilimlerin bir alanında çalışmalar yaptığını hatırlatmam, bu iddialarında devam etmesini engellemedi.

Tartışmaya girmek yerine neden öyle düşünüyor olduğunu anlamaya çalıştım, ona göre sorular sordum. Ortaya çıkan manzara üzücüydü: Türkiye’nin çok önemli bir dergisinin yayın kurulunda olan ve hep saygıyla anılan bu aydının sosyal bilimlerden anladığı, sosyolojinin kurucu babalarından olan Auguste Comte’un 1800’lü yıllardaki fikirleriydi sadece. Sosyal bilimler denince aklına pozitivizm geliyor, sömürgeleştirme politikaları geliyor, aradan geçen onca zaman içinde Batı’nın kendi içinden çıkan eleştirilerden, yeni yaklaşımlardan, yeni metotlardan hiç haberi yokmuş gibi konuşuyordu. Üzüldüm, çünkü yazılarına bakanlar onun Batı’yı ne kadar da iyi bildiğini hayranlıkla seyrediyor, onun yazılarıyla bazı konularda kanaat sahibi oluyorlardı. Antropolojinin ortaya çıkış sebebi farklı olsa da şu anda ne gibi akımlar ve eleştiriler var, sosyolojide artık nasıl bir  metodoloji daha makbul görülüyor gibi konulara girip açıklamalar yapmakla bir yere varamayacağımı görerek sadece sorular sormaya, aydın denen bu insan türünün aslında nasıl bir şey olduğunu keşfetme çabama devam ettim.

İlk dakikalarda bitme tehlikesiyle karşı karşıya olan konuşma daha sonra o kadar derinleşti ki, yaklaşık beş buçuk saat süren fırtınalı bir söyleşi gerçekleştirdik. Kendisinin özel hayatından Avrupa tarihine, bazı yazarlar hakkındaki düşüncelerinden felsefi tartışmalara, siyasetten uluslararası ilişkiler disiplinine, neredeyse girmediğimiz konu kalmadı.

Söz bir yerde dine geldi. O konuyu ayrıca önemsiyordum; çünkü o aydın, dindar kesimin itibar ettiği gazetelerden birinde yazılar yazan, dindarların büyük bazı organizasyonlarında saygın bir yere sahip olan bir aydındı. Bu şu demekti: O dış politikayla, iç siyasetle, toplumla ilgili herhangi bir fikir serdederken dinleyiciler, onun dini de iyi bildiği, dinin prensiplerine ve düşünce yapısına vakıf olduğu ön kabulüyle hareket ediyor, ona göre etkilenerek hadiseler karşısında tavır belirliyorlardı. Gazetelere verdiği röportajlarda da dindar biri olduğu intibaı veriyordu üstelik.

Din ile ilgili konuşurken konu dua etmekten açıldı. Dua etmeye gerek olmadığını iddia etti; ne de olsa Allah her şeyi biliyordu. Ben bir şey söylemeden, hemen aklına “Dua etmiyorsanız ne öneminiz var?!” ayeti gelmiş olsa gerek, “Aslında Kur’an’da dua etmemiz isteniyor ama kendimiz için dua edemeyiz; sadece başkaları için dua etmeliyiz” dedi. Dayanağı, tanıdığı ve çok iyi bir mü’min olduğunu söylediği bir zatın sözleriydi. O zat bir gün çok hastayken etrafındakiler halinin düzelmesi için Allah’a dua etmesini teklif etmişler, o da demiş ki: “Ben Allah’tan bir şey isteyecek kadar irfansız biri miyim?” Bu söz yazarı o kadar etkilemiş olacak ki, dört-beş defa söyledi aynı cümleyi ve oradan, insanın kendi kendisi için dua etmemesi gerekeceğine ‘hükmetti’. Bahsettiği zatın sözünün İslam itikadında ve tasavvufunda yerinin ne olduğuna dair açıklama yapmaya yine girmeden bir soru sordum: “Ama hocam, bir hadiste, ‘Ayakkabınızın bağı kaybolsa, onu bile Allah’tan isteyin’, yani dua edin deniyor. Bu durumda kendimiz için bir şey istemiş olmuyor muyuz?” Soruyu mümkün olduğunda nazik ve polemik havasından uzak tutarak sormaya çalıştığımı tahmin edersiniz tabii. Kısa bir müddet düşündü, sonra dedi ki: “Hayır, orada da yine kendimiz için bir şey istemiyoruz; ayakkabı için istiyoruz!”

Böyle birinin din ile ilgili bilgisinin bu sığlıkta olacağına ihtimal vermek istemedim, başka konular konuşmaya devam ettik. Özgürlükten söz ettiği bir yerde kimsenin kimseye karışmaması gerektiğinden ve liberal değerlerden bahsederken, “Peki hocam, dinde, bildiğiniz gibi, ‘emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker’ gibi önemli bir prensip var. Bir Müslüman sınırsız özgürlüğü savunurken bu prensibi nasıl anlayacak?” diye sordum. Şaşırdı, “Nedir o?” dedi. İlkinde hızlı söylediğim için anlamadığını zannederek tekrar ettim: “Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker.” “Nedir anlamı onun?” dedi. Acaba beni mi deniyor diye düşündüm, yüzüne dikkatle baktım. Hayır, gerçekten bilmiyordu ve sanki hiç duymamıştı. Dini az-çok bilen, biraz kitap okuyan herhangi bir kişinin aşina olacağı bu kavramın, hem de dindarların itibar ettiği aydınlardan birinin bilmemesi karşısında donakaldım ve anlamını söyledim: “İnsanları iyiliğe teşvik etmek, kötülüklerden uzaklaştırmaya çalışmak.”

Dini bilmek için dindar bir insan olmaya da gerek yoktu aslında. Türkiye’de yaşayan ve oranın toplumuna dair söz söyleyen, yazılar yazan insanların İslam düşüncesinin temel prensipleri hakkında asgari seviyede bilgiye sahip olmasının önemi üzerine hızla düşünmeye ve ülke adına iyice üzülmeye başladım. İngiltere’de bir aydın olma istek veya iddiasında bulunan bir kişinin bırakın Hıristiyanlığı ve İngiltere tarihini, Hindistan’dan gelen Sih’leri bile en azından temel seviyede bilmesinin ne kadar önemi var, açıklamak bile abes geliyor insana. Kaldı ki o anda konuştuğumuz prensip, modern hayatta bir Müslümanın yaşayacağı en önemli gerilimlerden birinin anahtar kavramlarından birine işaret ediyordu.

Düşüncelerimi belli etmeden konuşmaya yine devam ettik. Konu savaşlardan açıldı. “Savaş yapan aptaldır!” dedi. Sonra yine ben bir şey demeden aklına Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi geldi. İlk dediği cümle ile çelişmemeye çalışarak İstanbul’un fethinin gerekçelerini, zamanın şartlarını, onun aslında bir savaş olmadığını, fetihten sonra Fatih’in çadırına kapanıp yağma olaylarını görmemek için birkaç gün çadırından çıkmadığını anlatmaya çabaladı. İlk verdiği büyük hükümden Fatih’i kendince ‘kurtardıktan’ sonra rahat bir nefes aldı. “Peki hocam,” dedim, “Peygamberimizin yaptığı savaşlara ne dersiniz?” Hiç beklemiyordu. Siyaset biliminde profesör olan, Müslüman bir aydın olan, dindarlar ve sekülerlerce muteber bir yazar olan muhatabım, İslam’ın peygamberinin siyasetiyle ilgili hiç kafa yormamış gibiydi. Uzun denecek kadar bir süre durakladı, düşündü, “O konuyu bilmiyorum” diyemedi, “O dönemdeki savaşların günümüzdeki savaşlarla aynı olup olmadığına bakmak lazım” gibi yuvarlak bir cümle kurarak durumu idare etmeye çalıştı…

İbadetler, ahiret, tasavvuf, İslam bilginleri ve benzeri konulardaki vahim durumu hatırlamak bile istemiyorum doğrusu. Sonrasında bunlar gibi çok konulara girmiş olsak da bende yaşadığım büyük hayal kırıklığının olumsuz havası hakimdi. Durum o denli vahimdi ki, hayal kırıklığımı derinleştirmemek için başka sorular sormaya cesaret edemedim. Vedalaşıp ayrıldığımda, otobüs, metro ve minibüs kullandığım o uzun yolculuk boyunca böyle bir ‘keşif’ten mutluluk mu duymalıyım, ülke adına hüzünlenmeli miyim emin olamıyordum.

Eve ulaştığımda yapmak istediğim tek şey, bir sonraki gün başka bir üniversitedeki sosyoloji profesörü ile yapacağım görüşmede soracağım soruları hazırlamak ve ülkenin aydınlarına dair o günkü hayal kırıklığımın yok olacağına dair ümit beslemekti…

Reklam

9 thoughts on “AYDIN

  1. Benzeri hadiselerle birkaz kez karsilasma bahtina (yada bahtsizligina) erismis biri olarak, yaziyi ilgiyle okudum…
    Bence boyle bir durumda insan ikileme dusuyor…
    Birincisi “Yahu aydin saydigimiz su adamlari bir kahvehanede gorsem meger iki dakika dinleyemezmisim. Onlar da bizim gibi siradan insanlar ancak uzun boylu gozukuyorlar”
    Ikincisi ise; “Allah bizi kalibimizin adami eylesin” diye icten bir uda edip, zati muhterem hakkinda uzulmek.

    Bence bu gercek aydinlarin var oldugu gercegini unutturmamali ve “onlarda rical, biz de ricaliz” artisligine sebebiyet vermemmeli diye dusunuyorum. Nitekim ilk paragraflarda ornegini verdiginiz gibi aydin insanlar da var ve onlari tanimak da buyuk bir ufuk kaynagi…

    (Kimdi aceba bu lavuk?) demekten kendimi alamasam da; yazilarinizin devamini merakla bekledigimi ifade etmek isterim…

  2. Turkiye’deki aydin sorunu uzerine etraflica konusmali bir gun, belki gol kenarinda belki semaverin dumani altinda. Cemil Meric’in yillar evvel yakindigi gibi bir taraf alabildigine icine kapanip dunyadaki gelismelerden (teorik, pratik, metodik ) habersiz, diger taraf illuzyonik bir Bati hayranligi icerisinde Dogu’nun varidatindan bihaber ve mustagni. Benim dusuncem hakikat aski ve arastirma istiyaki bizim topraklarda hala sahipsiz, bir de pratik bir engel var: yabanci dil bilmeme (Ingilizce, Arapca vs). Dolayisiyla her iki literaturden de (ozellikle son donemde yazilanlar) haberi olmayip amansiz fikirler serdetmeye devam etme. Burada kisaca izah edilebilecek bir durum degil (her ne kadar yazar bu yazida bunu buyuk olcude basarmis olsa da), muhakkak ilk firsatta konusalim, hatta ilk bunu konusalim…

  3. Bizi bir kısım “aydın”ımızla tanıştırmış oldunuz. Okumalarımızı, daha doğrusu okumalarımızı içselleştirmeyi o temkinle yaparız artık. Aslında bu tablo çok tanıdıkdı da “saygın yazarlar” arasında da rastlandığını bilmiyorduk. Güzel resmetmişsiniz Abi, kaleminize sağlık. Biliyorsunuz duygu-düşüncelerimin düzgün bir yansımayla yazıya sese dökülmüş olması – velev ki yapan ben değil başkası olsun – beni teskin ediyor. Ben ve ben gibi hissedenler teşekkür ediyoruz.

  4. Sevgili Emrah, bu kisilerle ilgili hepimizin yasadigi hayal kirikligi beklentilerin yuksekligi ile alakali sanirim. Ki bu ornekte sadece bilgi yetkinliginden soz ediyoruz, buna senin de belirttigin gibi bilgi ve dusuncelerinin hareketleri ve yasantisiyla uyumuna girsek sanirim ulke capinda elimizde birkac kisiden fazlasi kalmaz.

    Fakat burada senin yazindan cikardigim olumlu bir nokta, dusunceleri bize ne kadar ters de olsa bir insani sabirla anlamaya calismak. Iletisimde cok onemli bir nokta, once karsindakini anlamaya calismak. Insanlar genellikle once kendilerini anlatmaya calisiyorlar. Bu gerrcekten bosa bir caba, karsinizdakini anlamiyorsaniz kendinizi anlatmaniz mumkun degil. En fazla sizi anlamis gibi yapar ve gorusme kisa zamanda sonuclanir. Eger bu kisiyle gorusmenin basindaki ortamda sen de tartismaya girsen ve elestirel olsaydin, gorusme kesinlikle bes bucuk saat surmezdi. Bu davranisin ozellikle sosyal bilimler dalinda calisan her arkadasa ornek olacak bir ozellikte, daha da otesi insanlarla iletisimi onemseyen herkesin en basta benimsemesi gereken bir dustur.

    Sevgiler
    Hakan

  5. Emrahcığım zannımca bizler boş! olduğumuz dönemde bu tiplerle tanışıyor ve kovamıza katkılarından dolayı büyütüyoruz. Ama kendimiz doldukça verdikleri değersizleşiyor ve önemsiz hale geliyor diye düşünüyorum. ilerde bu tip algıları yıkacak aydın tipi oluşturabilmek için yaşadıklarıyla anlattıkları bir olmak gerek. sevgiyle…

  6. Ilber Ortaylı hoca bır konferans vesılesıyle Kopenhag ta idi bugün. Ayaküstü biraz sohbet etme imkanı bulduk bir arkadaşla. Sohbete sonradan dahil oldugum için konuya nasil girildi bilmiyorum ama tevafukun böylesi, yazıdaki konuya paralel bir meseleden şikayet etti. Köşe yazarları… “Avrupa’nın herhangi bir ciddi gazetesinde asla bunlara yazı yazdırmazlar”, dedi ve bazı isimleri zikretti. Yine sizin isim vermeden bahsettiğiniz şahsın özelliklerine yakın ve çok önemli dindar bir medya kuruluşunda yazılar yazıp saygı gören bir isimden bahsetti ve ‘bilip bilmediği’ konularda nasıl ahkam kestiğinden yakındı….

    Anlaşılan manzara çok vahim ve işin erbabı bu vahametin farkında fakat kral çıplak demek için daha gür seslere ve zamana ihtiyaç var sanki…

    Saygılar

  7. Biz bu yazıda anlatılan karakterden “aydıncık” diye bahsedelim. Henüz tam aydınlanamamış ki insanları da aydınlatabilsin. Sanırım yazar “aydın sınıfına” dair kendi hüsnü zannının kurbanı olmuş. Paul Johnson “Orta Çağ’ın ruhban sınıflarından boşalan yeri dolduran seküler entellektüel”lerin kişisel hayatlarını irdelediği “Entelektüeller” isimli kitabında bu zanna hiç yer bırakmıyor. Etrafa ahkam kesen, topluma önderlik etme iddiasında bulunan aydıncıkların kendi hayatlarında va’z ettikleri fikirlerle ne kadar tutarlı bir hayat yaşadıklarını sorguluyor. Üstelik Rousseau, Darwin, Brecht, Russel, Sartre gibi isimlerin kirli çamaşırlarını ortaya döküyor.

    Bizim Cumhuriyet sonrası aydıncıklarımız da önlerinde buldukları muazzam boşluğu Potemkin Köyü kıvamında doldurarak uzun süre ekmek yediler. Ümidimiz yeni neslin bu oyunu bozması. Belki de söz konusu aydıncık bu gerçeği görebildiği için yazarla diyaloğunda basit nezaket kurallarını dahi unutmuştur. Kim bilir !?

  8. Emrah bey,yazınızı başından sonuna kadar büyük bir ilgiyle okudum.Çok güzel bir yazı olmuş,elinize sağlık.Bu yazıda en fazla ilgimi çeken şey,sizin o “profesor”un bütün saygısızlıklarına rağmen onu sonuna kadar dinlemiş olmanız oldu.Gerçek bir aydına yakışanı yapmışsınız…yazılarınızın devamını dilerim…

  9. Öncelikle bu ‘aydın’ şahsiyet kim (acayip ) merak ediyorum…
    Bence bu yazıdan anladığım ; ‘Aydın’ şahsiyete yüklediğiniz anlamların/beklentilerin karşılığını alamayıp, ciddi bir hayal kırıklığı yaşıyor olmanız olabilir mi ?

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s