(Bu yazı ilk olarak 08.08.2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)
Gezi Parkı eylemine katılanlar arasında ilk birkaç gün içinde hatırı sayılır bir oranda dindar- muhafazakâr vatandaş da vardı. Onlar da ağaçların kesilmesine, parkın yıkılarak yerine bir alışveriş merkezinin inşa edilmesi projesine ve eylemcilere yönelik polisin aşırı ve orantısız güç kullanmasına karşılardı.
Bunların yanı sıra, onlar da Başbakan Erdoğan’ın özellikle de son dönemdeki üslubunu, söylemlerini ve bazı icraatlarını eleştiriyor, otoriter bir tutum içine girdiğinden yakınıyorlardı. Hatta sekülerlerin tepkileri olarak ortaya çıkan çoğu eleştiriyi muhafazakârların çok önemli bir kısmı da kendi aralarında zaten yapıyorlardı.
En açık örneği Çamlıca’ya cami projesi konusunda görülen bu eleştiriler dindarların Gezi’ye destek vermesini etkiledi.
Peki, ne oldu da ilk günlerde gerek bizzat Park’a gidip saatlerce eylemlere katılarak, gerek sosyal medyadan mesajlar yazarak, gerekse de uzaktan vicdanen onaylayarak desteklerini sunan muhafazakârların büyük bir kısmı, ilk birkaç günden sonra hemen hemen tamamen çekildiler?
Şiddet konusu, özellikle de devlete karşı şiddet, Türkiye muhafazakârlarının kolay kolay kabul edemeyeceği hassas bir çizgidir. Gerek partilerinin kapatılma süreçlerinde, gerekse başörtüsü ve imam-hatip sorunları gibi on binlerce insanın hayatını derinden etkileyen krizlerde şiddet ve çatışma yoluyla haklarını arama yollarına gitmeyi tercih etmediler. Devlete karşı o tutumu benimseyen insanların gözünde protestolar, işin içine şiddet karışınca meşruiyetini kaybetti. Onlara göre eylemciler şiddetle aralarına gereken mesafeyi koymamışlardı.
Diğer semt ve şehirlerde başörtülülere çok sayıda fiilî ve sözlü taciz vakaları yaşandı. Gezi Parkı’nda bu gibi olayların kınandığı bildiriler yayınlandı; ama hem yeterince vurgulanarak bu yanlışın karşısında durulmadı, hem de orada kınanmış olması, başka yerlerde yapılan yanlışların varlığını engellemedi. Başörtülülere taciz olaylarına bir de camiye ayakkabıyla girip içki içme haberlerinin yayılması da eklenince, bu eylemlerin aslında Başbakan’dan ziyade genel olarak dindarlara karşı yapıldığına dair genel bir algı pekişmeye başladı.
Başbakan Erdoğan’ın ve hükümetin istifasının gittikçe daha da yükselen bir sesle dile getirilmesi, muhafazakârlar nazarında protestoların ‘masumiyetinin’ sorgulanmasına yol açtı. Erdoğan’ın imza attığı onca başarılı icraata kıyasla üslubu ve bazı yanlış politikaları, kendisinin ve hükümetinin istifasını gerektirecek kadar büyük değildi onlara göre. Evet, vazgeçmesi gereken bazı yanlışları vardı ama onun iktidardan çekilmesini istemek, asıl meselenin üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu gösteriyordu.
İstanbul’un çeşitli semtlerinde ve diğer bazı illerde yapılan tencere-tava eylemleri, başörtülülere taciz olayları da üzerine eklenince muhafazakârlara doğrudan 28 Şubat sürecinin kötü günlerini hatırlattı. “Travma” olarak nitelendirdikleri ve olumsuz etkilerini üzerlerinden hâlâ atamadıkları o acı tecrübelerinin tekrar gözlerinde canlanmasına sebep olan bu eylemler, muhafazakârların 28 Şubat günlerine dönme korkusuyla Erdoğan’a ilk günlerdeki gibi sahip çıkmalarına önemli ölçüde etki etti.
“Dış güçler”in Başbakan’ı ve hükümetini yıpratmak suretiyle Türkiye’nin bölge ve dünyadaki yükselişini engellemek istediklerine dair edinilen kanaat ise Erdoğan’a sahip çıkmanın artık çok daha büyük bir anlamı olduğu düşüncesini pekiştirdi. Bu durumda eylemlere destek verenler, doğrudan veya dolaylı olarak “büyük oyun”un parçası oluyorlardı.
tespitleriniz çok dogru katılmamak mümkün degil elinize saglık hocam