(Bu yazı ilk olarak 29.08.2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)
Türkiye artık iki arada bir derede olan bir ülke. Şimdiye kadar hep gururla bahsettiğimiz bir özelliğimizin getirdiği gerginliği yaşıyoruz bugünlerde.
Hem Avrupalı hem Asyalı olmanın, hem İslam kültüründen hem Batı kültüründen izler taşımanın, hem Müslüman hem modern, hem dindar hem demokrat bir toplum olmanın avantajlarını değil riskli taraflarını tecrübe ediyoruz bir süredir.
İki medeniyet arasında köprü olmanın bazen bizi köprünün tarafları arasında bir seçim yapmaya zorlayacağını hiç düşünmemiştik.
Medeniyetimizin, yani eğitimimizin, sanatımızın, hukukumuzun, iç ve dış siyasetimizin asıl tonu İslam olacak da diğer İslam-dışı renkler belli miktarlarda sadece onu süsleyen ek unsurlar olarak mı kalacak? Yoksa değişmez tonumuz laiklik ve Batıcılık olacak da diğerleri ancak ona zarar vermeyecek bir kıvamda mı olacak?
Bu sorunun açıkça sorulmasının bile çok büyük bir cesaret istediği yıllardan açıklıkla sorulup tartışılabildiği günlere geldik.
Cumhuriyet adeta yeniden kuruluyor. Eğitim ve din politikalarıyla, barındırdığı çeşitli etnik unsurlara bakışıyla, dış siyasetinde uyguladığı yeni stratejileriyle, benimsenen yeni laiklik ve milliyetçilik anlayışıyla ülke, kurulduğu zamanlardan daha farklı bir istikamete yöneliyor.
Bu kimilerine göre Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini sarsan ve ancak “ihanet” olarak tanımlanabilecek büyük bir yanlış. Kimilerine göre ise ülkenin on yıllar, hatta yüzyıllar öncesindeki “aslına dönerek normalleşmesi” sürecinden ibaret güzel bir gelişme.
İki tarafın da kendilerini haklı görmek için ellerinde sayısız gerekçeler var ve hâlihazırda kimse kolay kolay ikna olacak gibi görünmüyor. Sosyal medyada bir süredir şahit olduğumuz ve gittikçe keskinleşen tehlikeli cepheleşmeye artık maalesef gerçek hayatta da rastlamaya başladık.
“Artık ne olursa olsun Erdoğan’ı desteklemeliyiz” diyenlerle birlikte, “Ne olursa olsun Erdoğan’ı sevmiyorum ve desteklemiyorum” diyenlerin sayıları gittikçe artıyor.
Önümüzdeki yerel seçimlerin sonucuna belediyelerin başarı karnesi olarak değil, hükümetin bazı kritik icraatlarının ve ideolojisinin oylanması olarak bakılıyor. Başbakan da bunun farkında ve hatta öyle olması yönünde bir temenniye sahip olmalı ki, bu seçimlerin aynı zamanda “dışarıya” bir mesaj olmasını arzu ettiğini söylüyor.
Ülke içindeki bu gerginliğin, siyaseten ve geçici olarak ‘mantıklı’ görünse de uzun vadede ülke ve toplum menfaatine zararlı olacağı açık.
İçeride böylesi gergin bir ortam oluşurken, diğer taraftan Türkiye artık gerçek anlamda global bir ülke hâline geliyor. Devletimiz küresel başaktörler ile boy ölçüşüyor, sivil toplum kuruluşlarımız küresel çapta işler çıkarmaya başlıyor.
Dış siyasetimizde küresel bir aktör olmanın hakkını verip veremediğimiz ayrı bir konu; ama dışarıya karşı sağlam durulması için içerideki bütünlük ve dayanışmanın çok daha sağlam olması gerekiyor. Kaldı ki önümüzde hâlâ çözülememiş olan büyük bir paket daha açılmayı bekliyor: Kürt meselesi.
Başka ülkelerin iç işleri hakkında söz söyleme cesaretini kendimizde görebildiğimiz ve “dış güçlere” kafa tutma anlamına gelebilecek büyük sözler söyleyebildiğimiz bugünlerde, öncelikle kendi iç işlerimizi sağlam ve doğru bir şekilde ele almamız gerekiyor.
İdeolojisinin sübjektif doğruluğuna yaslanarak üretilen ‘fetvalar’ ile siyasi etikten ve toplumsal faydadan taviz vermek ya da vermemek; hükümetin bugünlerde karşı karşıya kaldığı en büyük vicdani imtihan bu.