Nasıl söylesem bilemiyorum.
Konuştuğum insanların hemen hepsi beni tarifi imkânsız bir anlayışsızlıkla karşıladılar, o kadar ki, anlattığıma pişman oldum. İsterseniz başından itibaren paylaşayım:
Her genç gibi ben de bazı tanıdıklarıma belli ederek, bazılarına da hiç belli etmeden, evlilik zamanımın geldiğini, münasip bir kızla evlenmemin artık vakti olduğunu düşünüyor; bu düşüncemi, nasıl bir kızla evlenmeyi planladığımı, onda neleri isteyip neleri istemediğimi, estetik olarak arzuladığım hususları, bana itici gelebilecek yanlarını vs. her şeyi yardımcı olabileceğine inandığım tanıdıklarıma anlatıyordum. Nihayet birkaç seçenek doğup, ben de onların ziyaretine gidip hem babalarıyla görüşme hem de muhtemel eşlerimi görme fırsatını bulunca bir tanesinde karar kıldım. O kız da beni tercih ettiğini söyleyince evlenmeye karar verdik ve düğünümüz, bulunduğumuz ilçenin belediye başkanının bizzat kıydığı görkemli bir nikahla başladı, çoğu kişinin imrendiği çeşitli gösterilerle bitti.
Nikâhın üzerinden kısa bir süre geçti ve benim Avrupa’ya gelmem gerekti. Ben geldim, eşim ve ellerinizden öper bir kızım memlekette kaldı. Onları buraya getirmem çok zordu, ama evliliği gerekçe göstererek çok kısa bir süreliğine onları buraya getirip kısa bir müddet de olsa beraber yaşama imkânı buldum.
Şimdi asıl mesele, bahsettiğim bir çocuğumuzun dünyaya gelme süresi ne kadarsa işte o kadar kısa bir dönem içerisinde gerçekleşti. Ne mi oldu? Eşimle bir karakter çatışması yaşamadım, birbirimize karşı saygısızlık yapma gibi bir problemimiz olmadı, anne babalarımıza karşı da haddimizi aşan söz ve fiillerde bulunmadık. Ev işlerinde beceriksiz, düzensiz, pis de değildi. Anlayacağınız, hiç bir sorun yoktu, hatta standartların da ötesinde bir anlaşabilirlik yaşıyorduk; fakat inanır mısınız, keşke bu gibi sorunlar olsaydı da, benim yaşadığım asıl sorun yaşanmasaydı diye içimden geçirmiyor değilim. Aslında bunları size anlatırken utanıyorum, ama anlatıp da çare aramaktan başka bir yol da kendime bulamıyorum. Ben onunla evlenirken, tamamen uhrevi, yani ahirete yönelik bir evlilik kurmak, dünyevi isteklerden arındırılmış bir beraberlik sürmek niyetindeydim, ararken de, evlenirken de amacım buydu, bu amacım da gerçekleşti; fakat şu anda yaşadığım sorunla karşılaşacağımı nereden bilebilirdim ki?
Sabrınızı taşırmaya yaklaştığımı kabul ediyorum, artık söyleyeyim: Ben eşimi bir kadın olarak, bir eş olarak sevemiyorum. Ona karşı herhangi bir istek, arzu duyamıyorum. Bakın, dikkat edin sevmiyorum demiyorum; sevemiyorum. O bana karşı ne bir kusur işledi, ne evinin işlerinde bir eksiklik gösterdi, ne de beni kendinden soğutacak bir hata yaptı; bilakis, yapabileceği en iyi şeyleri yaptı, fakat benim içim nedense ona karşı bir türlü ısınmıyor.
Şu anda onu babasının evine bıraktım, orada benim her an kendisine döneceğim, pişman oldum diyeceğim anı bekleyerek yaşıyor. Bense buradan memlekete her dönüşümde beni şaşırtıcı bir tahammülle bekleyen eşime karşı bir öncekinden daha soğuk bir şekilde mukabelede bulunuyor, onu üzdüğümü bildiğim halde yapacak başka bir şey bulamamanın çaresizliğini yaşıyorum. Bu esnada akrabalarımın, evdekilerin, arkadaşlarımın yaptığı sayısız uyarılara karşı da ne yapacağımı bilemiyorum. Kendi başıma kalsam, vereceğim kararı net bir şekilde veririm belki ama insan başkalarını da derinden etkileyebilecek kararları verirken çok ter döküyor, hatta karar bile veremiyor.
Mesela dayım şimdi benim üzerimde etkili olabileceğine inandığı şahıslara giderek benim doğru yola girmemi, bu hatadan vazgeçmemi, artık sadece kendimi değil, başkalarını da düşünmem gerektiğini, bu yaptığımın ne dinimizle, ne de vicdanla alakasının olduğunu, kendime en yakın zamanda çekidüzen vermem gerektiğini söylüyormuş. Başkalarının sorunlarına çare arayacağına biraz da kendi sorununu çözmeye uğraşsın, kızı gidip kendi seçti, bir insan verdiği kararın arkasında, her şeye rağmen durmalıdır, en azından küçücük kızını düşünmelidir diyormuş. Bana artık dinden imandan bahsetmesin, benim bildiğim dine göre bir insan böyle bir şey yapamaz diye de ekliyormuş.
Bense, ne yapacağımı, kendime bu konuda nasıl bir yön çizeceğimi bilemeden bekliyorum. Sevmek elimden gelmiyor işte! Böyle bir sorunla karşılaşacağımı nereden bilebilirdim!
Şu anda bakınca, baştaki evlenme şeklim hakkında, dinin de benim evlenme şeklimi, baştaki hareket tarzımı tasvip etmediğini görüyorum. Görücü usulünün dinle de pek bir alakasının olmadığını şimdi görüyorum ama başta böyle bir hata yapmışım, şimdi ne yapabilirim? Çocuğu düşünerek evliliğimi devam ettirsem bile, çocuğun huzursuz bir ailede yetişmesi mi iyi, yoksa eksik ama huzurlu bir yuvada yetişmesi mi daha iyi? İşin içine duygular girince içinden çıkılamaz bir hal alıyor mesele…
İşte böyle Emrah Bey. Sanırım anlatabileceğim kadarıyla anlattım. Benim dilim bu kadar dönüyor. Siz ne diyorsunuz bu meseleye? Bir insanın eşinden ayrılmasının sınırları var mıdır, her isteyen ayrılabilir mi istediği zaman? Kendi istediğimi mi yapmalıyım, yoksa toplumun bu ağır baskısına dayanamayacağımı kabul ederek, acımı içime gömüp ailemi devam mı ettireyim?
Diyor burada tanıştığım bir şahıs. Yaşı otuz küsur ve anlattığı olay hala soğumamış bir halde bekliyor. Ben onun anlattıklarını kendi üslubumca yazıya geçirmeye çalıştım.
Buna benzer bir hadiseyi de yaklaşık dört sene önce dinlemiş, ilk duyduğumda biraz şaşırmıştım. Onun anlattığına göre de onun hanımının da ne kendisiyle, ne de annesiyle bir problemi varmış, her şey tıkırındaymış. Eve her gittiğinde lavaboya gidip elini yıkadığında eşini hemen yanı başında, elinde bir havluyla buluverirmiş. İkide bir, ne yemek istediğini, canının ne istediğini sorar, kocasının mutluluğu için elinden ne geliyorsa yapmaya çalışırmış kendince; ama olayın kahramanı olan dostum, aynen yukarıdaki şahıs gibi, karısını “bir kadın olarak” sevemediğini söylerdi. Memleketine en fazla ayda bir giderdi, eşi kendisini her an beklediği ve uzaklıkları da iki saatlik bir yol olduğu halde. Elinden bir şey gelmediğini söylerdi hep. O da iyi olduğunu düşündüğü bir niyetle gidip istemiş, hatta güvendiği bazıları adres göstermiş, o da düşünmeden gidip onunla evlenmiş, sonrası yukarıdakinin aynısı. O bir süre sonra dayanamadı, hatta karşı taraf dayanamadı, boşandılar. Fakat geride gözü yaşlı ve şimdi başkası tarafından istenmeyi bekleyen kederli bir Anadolu kadını olan bir dul kaldı.
Tabii bu durum hep bu şekilde olmuyor. Bazen de zorla evlendirilen bir kadın, kocasını “bir erkek olarak” sevemiyor, bazı problemler yaşadıktan sonra ya huzursuz bir evlilik devam ediyor, ya da bir patlamayla yuva dağılıyor.
Erkekler bu gibi durumlarda çok az hasar gören taraf olurken, kadınların, hayatları boyunca unutamayacakları yaralar aldıklarını tahmin ediyorum. En azından bizim toplumumuzu konuşacak olursak, hep edilgen yapıda veya konumda olan kadınlar, genelde acı çeken taraf olma özelliğini gösteriyorlar. Peki ya erkekler? Onların yaşadıkları bu durumlar sizce mazur görülebilir mi? Bu hadiseyi yaşayan birisi, derdini içine gömüp hayatını böyle mi geçirmeli, yoksa hemen içinde bulunduğu durumu terk edip, başka bir kadında huzurunu aramaya mı çalışmalı?
Daha başka sorular soracak olursak eğer, sevememek durumunun asıl sebebi kişinin psikolojisinde mi, evlenme şekillerinde mi ya da başka bir yerde mi? Evlilikten beklenmesi gereken sevginin düzeyi ne kadardır? Sevgi denen şey tükenir mi? Tükenirse eğer, hangi hatalar tüketir ve geri kazanılamaz mı? Bir evlilik kararı için ideal gerekçe ne olmalıdır? Aşk, sevgi, makullük?
Ya da, bu tür bir sorun yaşayan ailenin taraflarından biri size derdini açsa ona ne der, ne önerirdiniz acaba?
Esimize karsı sevgi aynı baklavanın şurubu gibidir. Gün geçtikçe daha tatlı bir kıvam alıyor
Modern zamanda mecnunluğa soyunmak
Yanlış hatırlamıyorsam Doğu-Batı dergisinin 2004 yılına ait iki nüshası “Aşk ve Doğu”, “Aşk ve Batı” başlıklarını ihtiva ediyordu. Sanırım başlıkların cazibesine kapılıp almıştım bu sayıları. Konunun “uzmanları” aşkın Batı ve Doğu kültürlerindeki izlerinden yola çıkarak toplum içindeki yaşanma ve algılanma şekillerinden bahsediyordu. O büyülü kelimenin Doğuda ne anlama geldiğini bildiğimi varsayıp batıdaki hallerini merak etmiş olmalıyım ki “Aşk ve Batı” sayısını bir çırpıda okumuştum. Okuduğum kimi edebi, kimi felsefi ve kimi de sosyolojik makalelerin üzerine bir de altı yıllık yaşanmışlık eklenince, Batıda aşkı neden “pratik ve pragmatik bir ikilem alanı” diye açıkladıklarını anlamaya başladım. Şöyle ki, Batının aşk sembolleri dendiğinde iki efsanevi hikaye ve iki de karakter ön plana çıkar. İki hikaye, Romeo ve Juliet ile Tristan ve Isolde; iki karakter, Don Juan ile Casanova (Kazanova).
Aşk söz konusu olduğunda ortaya çıkan “ikilemin” bir kısmı yukarıdaki hikayeler ve karakterler arasındaki farktan kaynaklanır: Romeo ve Juliet’de sevgilinin elinden zehir içip ölmek onsuz yaşamaya tercih edilir… Isolde de aşkı uğruna ölümü tercih eden efsanevi karakterler arasındaki yerini alır. Üstelik her iki hikayede de cinsellik günümüz Avrupalısını güldürecek kadar geri planda işlenmiştir.
İki karaktere gelince, Don Juan aslında hayali bir karakterdir; daha çok Molière’in (Molyer) eserleriyle ün kazanmıştır. Özelliği, yakışıklılığıyla kadınları kendine aşık edip, onlardan kâm aldıktan sonra bir kenara atmasıdır. Casanova ise 18. yüzyılda yaşamış Venedikli bir yazar, müzisyen ve diplomattır. Onu Don Juan’dan ayıran fark, kadınlara değer vermesi olarak zikredilir. Her iki isimden de “aşkın Batılı manada sembolleri” olarak bahsedilir. Yani “aşk” bu coğrafyada daha çok pragmatik olarak ele alınır ve “cinsellikle” özdeşleşir bir müddet sonra.
“Batılı aşkın” özünde her ne kadar “Doğulu” bir yan varsa da (iki efsanede işlendiği gibi, ki aslında sevgililerin vuslatı daha çok “şehevî” yönden ele alınır), günümüzde o Doğululuk Don Juan ve Casanova karşısında silinip gitmiştir.
Batı dillerindeki “aşk” kelimesi de Latincedeki “Eros” kavramından türetilmiştir genelde. Kadın ve erkeğin cinsel birlikteliğini ifade eden erotizmin de aynı kökten geldiğini görebiliyoruz. Batılı olaya çok daha sade ve yaşanılabilir bakmaya çalışıyor kendi açısından. Söz konusu bir kadın olduğunda ne yaratılanı yaratandan ötürü sevme kompleksitesine giriyor ne de “uhrevi eş” gibi soyut kavramları düşünüyor. Eğer bir Batılı, ideal olanı yaşama düşüncesiyle cinsellikten uzak durmaya çalışırsa, bir müddet sonra ya homoseksüel ya da “iktidarsız” olarak algılanır. En iyimser ifadeyle gerçekten aşık olmadığına hükmedilir.
Kadınlardan dolayı çektiğimiz ve çekeceğimiz (ve dahi onlara çektirdiğimiz ya da çektireceğimiz) acıların bir çoğunun asıl sebebi Doğunun gerçekten uzak, ideal aşk anlayışıdır kanımca. Üniversite yıllarında kaldığım küçük odamda, bir gün aşka dair makaleleri okuyup sedirime uzandığımda, doğup büyüdüğüm kültür içinde bize anlatılagelen hikayeleri düşünmeye başladım: Leyla karşısında Kays’ın neden Mecnun’a döndüğünü, Kerem’in neden vuslata eremeden yandığını, Ferhat’ın nasıl bir hisle insan üstü bir gayrete giriştiğini düşündüm… Nihayetinde hiç vuslat olmayan acı dolu öykülerle büyütülmüştük (Emrah Çelik’in “Melal”i dahil, yer yer Mustafa Kutlu’ya da kızmıyor değilim). Acı olan idealdi sanki. “Hamdım, piştim, yandım” sözünün doğduğu toprağın çocuklarıydık ve yanmaya mecburduk sanki. Anlatılanların çoğu, belki de tamamı doğruydu ama yaşanabilirliği hiç sorgulanmamıştı tarafımızdan. Oysa Batılı aşkı idealize etmemişti bizim kadar, onu yaşanılabilir, ulaşılabilir boyutlarda tutmuştu hep. Eğer aşk sadece edebi eserler için soyut bir konudan ibaret olsaydı mücadelenin tartışmasız galibi Doğuydu şüphesiz. Ancak aşk insan denen meçhul aracılığıyla ete kemiğe bürünüp yaşam sahnesine çıktığı sürece Mecnunların Tristanlar karşısında pek şansı olduğunu sanmıyorum.
Bu örneklerden yola çıkarak Batının aşk anlayışını kendi düşüncelerinizle kıyaslamayı deneyebilirsiniz. Yalnız bunu yaparken kendi düşüncelerinizin doğu anlayışına sadik olduğu vehmine kapılmayın hemen. Zira biz daha çok arafta bir nesiliz. Yıllarca televizyon ve değişik medya organlarıyla bilinç altımıza, kültürel kimliğimize adeta tecavüz edildi. Bu tecavüzden kaçmayıp bizzat zevk almaya çalışmış bizler kesinlikle doğulu sayılmayız. Reel alemde aşk adıyla algılarımıza sunulan bütün olgular batı anlayışıyla doğu anlayışının karışımı melezlerdi (Arap dünyasında Türk pembe dizilerine “Helal Aşk” yakıştırmasının sebebi de budur). Kamil manada bir kaç parça doğulu aşkı biz romanlardan yada efsaneleşmiş hikayelerden öğrendik. hoşumuza gittiği için “biz buyuz” deyiverdik. göze daha etik ve olgun görünüyordu zira. şehvet yok, olsa bile gösterisi yok. Cinsellik “kötü” olduğu için, kutsal saydığımız hiçbir şeyin içine derç edemezdik onu. Biz de inkar ettik. Nihayet gerçeğin soğuk yüzüyle karşılaşana kadar…
Zaman zaman batılıların bakış açılarındaki sadeliğe imreniyorum. bütün saadetlerini bu komplekssiz duruşa borçlular sanıyorum. Burada hatırı sayılır bir sosyolog ” Avrupalı, yaşadıklarının ardından “happened” (yaşandı-bitti) diyebildiği için mutludur.” demişti. meğer ne kadar isabetli demiş. burası hatırı için yüce dağlar delinen Şirinlerin, ıssız çöller atılınan Leylaların vatanı değil. Burada her şey fazlasıyla rasyonel ve mitten arınmış. “Doğu’nun mitleri insanlarının beyinlerine kazınmış” diye bir şey duymuştum. Hayata, aşka, kadına, istikbale hep bu mitolojik gözlerle bakıyoruz. Hayallerimizde bir tüy ağırlığında olsun realiteden pay yok. Olmadığından hep sükût-u hayal sonumuz.
Her şeye rağmen, insanlığın toplu hafızasının ise yaramadığı tek mevzu vardır: “kadın-erkek ilişkileri,” bizden öncekilerinin yaşadıkları hiçbir şekilde bize ders ol(a)mamıştır. biricikleştirme illüzyonuna kapılırız hemen: bizimki tamamen farklıdır, diğerleri gibi olmayacaktır, sevdiğimiz kadın da, hissettiklerimiz de… Oysa gerçek öyle midir!
İnsanlığın tarihi kadar eski bir hastalıktır yaşanılan. Ancak farklı bünyelere göre farklı belirtiler gösterir.
şu yabancı kelimeleri kullanmasanız daha anlaşılır olacaksınız azizim .
Meseleleri bizcesiyle ele almak…
Sitede tevafuk ettiğim Sev(e)memek adlı yazı ve altında yer alan makale tadındaki müstear yorum üzerine bu yazıyı yazmak düşüncesi hâsıl oldu. Hem yazıda hem de yorumdaki bir takım görüşlere getireceğim birkaç eleştiri olacak.
Hayatla birebir veya dolaylı olarak ilişkili olan her meselede olduğu gibi aşk hakkında da “Doğu” ve “Batı” arasında ciddi anlayış farklılıkları olduğu muhakkaktır. Fakat bunlara değinmekten ziyade – ki yapılan yorumda bu ikisi gayet güzel tefrik edilmiş- Doğu ve Batı’nın ne olduğu üzerinde biraz durmak istiyorum. Eskiden doğu denildiğinde Farslılar ve Hindular kastedilir, batı denildiğinde de Mağrip yani şimdiki Fas’a kadar olan yerler anlaşılırdı. Zira o günlerde dünyanın merkezi şu an içinde yaşadığımız topraklardı. Ve bu merkezi dünyayı yöneten Araplar ve Türklerdi. Zamanla ıstılahımıza giren Garp ve Şark kavramları cihan hâkimiyetinde olan değişmenin sonucu ortaya çıkmışlardır. Günümüzde ise doğu ve batı tamamen bizim kültürümüze ait bir tanımlama haline gelmiştir. Zira bizim batı diye tabir ettiğimiz devletler kendi bulundukları bölgeyi “batı” olarak tanımlamaz “merkez” olarak görürler. Global medyada sıkça kullanılan ifadelere bir göz atacak olursak; Doğu Avrupa, Yakın Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu vardır. Dünyanın batısına yerleşmiş ve günümüz hâkimiyetini eline geçirmiş olan devletler için batı yoktur; merkez ve kısımlara ayrılmış doğu vardır.
Bu kısa dibaceden sonra biz bu doğunun neresindeyiz? Bizler ne doğulu ne batılıyız. Yeniden dünyanın merkezine yerleşinceye kadar arafta kalmış bir milletiz. Müslüman olarak her davranışını şeair-i islamiye’ye göre tanzim etme mecburiyetindeyiz. Neticede dinimiz ferdi ve içtimai hayatı boşluk kabul etmeyecek bir şekilde dolduran düzenlemeler içermektedir. Her meselede olduğu gibi evlilik mevzuunda da yaklaşımız dinimizin koyduğu kaideler çerçevesinde olmalıdır. Yoksa ne doğunun İslam öncesine ait aşka dair kıssaları ve nede batının timsalleri bize misal olamaz.
Öncelikle eşini sevememekten dert yanan kişinin söylemiş olduğu görücü usulünün dinde yeri olmadığı sözüne bir şey söylemek istiyorum. Efendimiz (s.a.v.) ile evlenmek arzusuna kapılan Hz. Hatice’nin aracılar vasıtası ile haber göndermesi ve Efendimiz’ in (s.a.v.) başta amcası olmak üzere aile büyükleri ile meseleyi istişare ederek hayırlı olacağı kanaatine vararak bu mübarek evliliği gerçekleştirmesi bize bu konunun dinimizde apaçık bir yeri olduğunun ispatıdır.
Saniyen, İslam evliliğin temel gayesini tenasül (neslin devam etmesi ) olarak vazeder. Cinselliği de buna teşvik etmesi için bir ön ödeme olarak verir. Bu sebepledir ki eskiden lügatimizde erkeklik organının adı “tenasül uzvu” idi. Halen daha “üreme organı” kullanımdadır. Ve dahi ulema evlenmek maksadı ile görüşen iki kişinin birbirlerine bu nazarla bakmasını tecviz etmiştir. Evlenmeyi düşünen kişi tamamen uhrevi duygularla bu kararı alıyorum derken bu hakikati gözetmezse sonunda nedamet duyması ihtimali oldukça yüksektir.
Tüm yazıları okudum,begendim,bilğilendim.Sonuç, olarak Mevlam bizi bu dünyaya imtihan etmek için göndermiştir.Hepimizi başka,başka şeylerle her an imtihan etmektedir.Burada da eşle (hanımıyla) imtihan olunmaktadır.Azizim herkes hakkına ve kısmetine razı olucak,kabullenecek.Neyin hakkımızda daha hayırlı oldugunu Rabbimiz bilir.