Ayrılıklar hiç bitmez mi? Hiç bitmez! İnsan sevdiği müddetçe ayrılmanın acısını da çekecektir; bu mukadder. Gönlümüz sevmeye açık olduğu ve hayatın gereği olarak her an yeni insanlar, mekanlar ve eşyalarla karşılaştığımız sürece, her sevdiğimizi her an yanımıza alamayacağımız için, ister istemez bazılarıyla birlikte yaşayabilirken bazılarından uzakta kalacağız. Keşke öyle olmasaydı ve keşke tanışıp sevdiğimiz herkesi yanımıza alabilseydik, ama bu matematiksel açıdan mümkün olmadığı gibi, sosyal açıdan da hiç mümkün değil. Hatta kendimize eş olarak seçtiğimiz kişiden başka, hayatı her zaman birlikte yaşama imkânımız, anne-babalarımız ve çocuklarımızla bile mümkün olmuyor. Dönüyor dolaşıyoruz, bir Köroğlu bir Ayvaz evde tek başımıza kalıyoruz. Ya eşi olmayanlara, eşinden ayrı düşmüş olanlara, ya da eşiyle yaşadığı halde huzuru bulamayanlara ne demeli? Hüzünlenmeyi hak eden, ayrılığın acısını daha bir derinden yaşayanlar aslında onlar değil midir?
Her ayrılıkta göz yaşları kimin için akıtılır? Sevdiklerimiz için mi? Alışkanlıklarımız için mi? Kendimiz için mi? Herhalde eninde sonunda kendimiz için ağlarız. Kendilerine alıştığımız, sevgi ve şefkatlerinin sıcaklığında huzur bulduğumuz dostlarımızdan uzaklaşmanın bıraktığı soğukluktur bizi üzen. Tatil için gittiğimiz bir otelden ayrılırken ağlamayız zira; çünkü oradan ayrılırken, beraber gittiğimiz sevdiklerimiz de yanımızdadır hala.
Çocuklukla yetişkinlik arasında temelde pek de fark yok mu acaba? Çocuğun ağlamalarıyla, hırsla ve gözünü karartarak bir şeyler istemeleriyle, sevdiğine yakınlaşıp sevmediklerine burun kıvırmalarıyla yetişkininki arasında çok da önemli uçurumlar yok sanki. Sadece objeler değişiyor; çocuk çikolata isterken yetişkin restoranda güzel bir yemek istiyor, çocuk oyuncak araba isterken yetişkin gerçek araba istiyor, çocuk oyuncak bebek isterken yetişkin gerçek bebek istiyor, çocuk sevdiği arkadaşlarıyla oyun oynamayı bırakmamak için ağlarken yetişkin sevdiği arkadaşlarıyla birlikte geçirmekten huzur duyduğu vaktin kesilmesiyle hüzünlenip ağlıyor. Duygular aynı, sadece duyguların üzerinde yaşandığı malzemeler farklı. Gülen, isteyen, kızan, özleyen, ağlayan ise aynı insan…
İstediğini elde edemediği ya da sevdiği şeyden ayrıldığı için feryat eden bir çocuk için yapılabilecek en uygun işin, onun dikkatini başka bir konuya çekmek olduğu söylenir. Her ayrılık sonrasında akan gözyaşlarımızı dindirmenin, kendi kendimizi teselli etmenin en uygun yolu da yine bu olsa gerek; hüzünle içimize doğru kıvrılmaktansa yeni yerlerdeki insanlarla vakit geçirmek ve yeni işlerle meşgul olmak; aksi takdirde Attila İlhan’ın sonucuna ulaşırız bütün hesaplarda: “Elde var hüzün.”
Bu metodun başarısından olsa gerek, yerleştiğimiz yeni yerdeki insan ve işlerle olan meşguliyet bir süre sonra bizi öyle doldurur ki, ağlayarak geride bıraktığımız diğer dostlarımızı aylarca arayıp sormayız da bunun bazen farkında bile olmaz, kimi zaman vefasızlıkla suçlanırız haklı olarak. İşte o zaman, çocuklara sıkça sorduğumuz can yakıcı soruyu kendimize sormanın vaktidir yine: Ne için ağlıyorsun? Ağlarken karşındaki kişi için mi ağlıyordun gerçekten, yoksa onunla geçirdiğin hoş vakit istemediğin bir anda kesildiği için mi, yani onun üzerinden sağladığın “menfaatin” için mi ağlıyordun?
Hep kendimiz için mi ağlarız peki? Bu kadar mı benciliz, bu kadar mı benmerkezciyiz? Aristo, benim için özel bir yeri olan “Retorik” isimli kitabında acıma hissini tahlil ederken, ancak kendi başımıza da gelebileceğini düşündüğümüz durumlara acıdığımızı söyler. Masum duygularla ve diğerkâm bir şekilde akıttığımız gözyaşlarında bile az da olsa benmerkezcilik olduğunu öne sürer. Ona hak verirsek eğer, sırf başkası için gözyaşı döken insanın varlığından bile şüphe etmemiz gerekir; halbuki gerçekler pek de öyle iç karartıcı değildir. Anne-babaların kendi geleceklerini çocukları için feda etmelerini, insanlık için gerçekten samimi bir şekilde her türlü menfaatlerinden fedakârlık yapanların iyi niyetlerini nasıl açıklarız o zaman?
Her ne için ağlarsam ağlayayım, sonuçta ben acı çekiyorum, ayrılık acısı! Bu isyanın cevabı zordur. Acılar çekilmeye devam edecektir. Ayrılıklar hep olacak, hiç bitmeyecektir. “Ölüm Allah’ın emri de, şu ayrılık olmasaydı” sızlanışında unutulan bir gerçek vardır: Ayrılıklar da bir yerde Allah’ın emridir; çünkü dünyadaki hayatın ayrılmaz parçasıdır ayrılıklar. Ölümün zaten var olduğu bir dünyada ayrılık ne yapsın ki!
(30.07.11, Kayseri-İstanbul uçağında…)
Büyük oranda katıldığım bir yazıydı. Bir yanıyla aklımdan çok ruhumu besledigini, diger yaniyla da kalbime hüzün tohumları ektigini soylersem -zannediyorum- mubalaga etmis sayilmam. Hadi gel de cik isin icinden =)
Not: Kalitenize kalite kattiginiz denemelerin devamini bekliyoruz.
Bende bir gurbetci ailenin ferdi olarak we de university ogrncsi olmam sebebiyle, yazinizdaki duygulari cok fazlasiyla yasamaktayim. Oncelikle cok tesekkur etmek isterim bolesine guzel yaZilarla hem icmizdeki duygulara tercuman olmakta wede kafamizdaki soru isaretlrini aydinlatiginiz icin. Basarilarinizn devamini dilerim rabbimden, saygilarimla, hemseriniz