(Bu yazı ilk olarak 17.10.2013 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)
Yakından tanımadığımız insanları dış görünüşlerine göre yargılamaya yatkınızdır.
Beraber vakit geçirip de ruhuna temas etmediysek, hep bedeni ve giyimi üzerinden, sadece gözümüzle gördüklerimize göre ‘yorumlarda’ bulunuruz.
O yorumların içinde önyargılarımız vardır. Kültürümüzle, ailemizden ve çevremizden öğrendiklerimizle, zanlarımızla yoğrulmuş önyargılarımız.
Ruhuna aşina olmadığımız insanların taşıdığı hemen her şeyi sembollerle tanımlamaya çalışırız bir süre sonra.
Uzun saç, uzun bıyık, çene sakalı, uzun sakal, başörtüsü, açık saç, kısa etek, çarşaf… Bunların hepsi de bir şeyleri temsil eden sembollerdir artık.
Hızla etiketimizi yapıştırır geçeriz, başka yerlerde de büyük bir özgüven içinde o yargılarımızı paylaşırız.
Gerçekliği kuşatmaktan oldukça uzak, alabildiğine sübjektif, emek mahsulü olmayan yargılarımızı…
Başka ülkeler ve halkları için de geçerlidir aynı durum.
Doğu’daki ve Batı’daki ülkelerin halkları bizim için çoğu zaman sembollerden ibarettir.
Hayatımızda hiçbir İranlı, Arap veya Malezyalı ile oturup konuşmadığımız hâlde yüzlerini ya da kıyafetlerini görür görmez hükmümüzü veririz.
Avrupa’da on yıllardır yaşayan vatandaşlarımızın çoğundan, bulundukları ülkelerin yerlileri hakkında duyulan en yaygın kelime “soğuk”tur.
Hâlbuki otuz yıllık komşu veya iş arkadaşıyla beraber geçirilen vakit çok sınırlıdır, belli aralıklarla biraraya gelinen Avrupalı aile dostu ise neredeyse yoktur.
Kendi ülkemizde, kendi insanımızla ilgili yargılarımız da semboller üzerinden yürür çoğunlukla.
Bazıları açısından, din ve dindarlıkla ile ilgili olumlu düşünceleriniz varsa gerici ve yobazsınızdır, bilim ve rasyonaliteyle işiniz yoktur.
Bazılarına göre, özgürlükleri savunuyor, hak ve adaletin yerine ulaşması konusunda din, ırk ve mezhep ayrımı yapmıyorsanız vatanseverliğiniz bozulmaya yüz tutmuş demektir.
Toplumsal huzuru önemsiyorsanız devletçi, adaletin yerini bulması için eylem yapıyorsanız devrimci ve anarşistsinizdir.
İnsani sıcaklığın olmadığı yerde sembollerin ve kalıplaşmış yargıların soğukluğu kaplar ortalığı.
Şaşkınlıklarımız bu yüzdendir çoğunlukla.
Kimimiz bilimsel başarılara imza atmış sakallı ve takkeli bir dindarı tanıyınca, kimimiz Ramazan Bayramı’nda güzel kıyafetlerini giyip ev ev dolaşarak bayramlaşan Alevileri görünce bu yüzden hayret ederiz.
Kimi, başörtülü bir kadının elinde Oscar Wilde’ın romanını görünce, kimi saçı açık bir kadının namaz kıldığını öğrenince bu yüzden şaşkınlığını gizleyemez.
Başörtülülerin haklarını savunma mitinginde gördüğümüz sekülerler ile, Hrant Dink için yapılan yürüyüşlerde “Hepimiz Hrant’ız” diyen dindarları anlamlandırmakta zorlanmamız da bu yüzdendir.
Sekülerlerin namus ve saygı anlayışlarının farklı olduğunu, hepsinin de Noel kutlayıp yılbaşında evlerine çam götürdüklerini zannetmek ile, dindarların müzik dinlemediğini, sanat ile aralarının pek iyi olmadığını zannetmek, hatta bunu genellemek arasında hiç fark yoktur.
Ruhlarımız temas etmemiştir çünkü. Ve tarihi geçip pörsümüş sembollerle durumu idare etmişizdir hep.
Olması gereken şey sadece insani temastır. Her sahici insani temasla birlikte soğukluklar, kırgınlıklar, sembollere yaslanmış önyargılar kırılır.
Bayramınızı kutluyor, hepimiz için böyle “yakınlaşmalara” (kurban) ve “kırılmalara” vesile olmasını diliyorum. Çünkü bayramlar aslında bu anlamda kırılma günleridir.