(Bu yazı ilk olarak 10.10.2013 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)
Onca yıldır sesini, sözlerini ve bestelerini dinlediğim hâlde canlı performansına hiç tanık olmamıştım.
Şarkı sözlerindeki siyasi mesajları, şarkılarının Türkiye’deki toplumsal değişimle ilişkisini, bestelerinin kimlere ve neden hitap ettiği üzerine arkadaşlarımla defalarca konuşmuştuk.
On iki yıl önce İzmir’de babasını ziyaret ettiğimde de, kendisiyle ilgili aklıma gelen bütün soruları sormuş, güzel cevaplar almıştım.
Ama yüzünü ‘gerçekten’ görmek, sesini duymak, orkestrasını tek tek incelemek, sahneye hâkimiyetini nasıl kurduğunu saniye saniye takip edebilmek başka bir duygu olmalıydı.
O yüzden Londra’da vereceği konser, taşıdığı ‘büyü’yü yakından gözlemleme imkânı açısından kaçırılmaması gereken bir fırsattı.
Avrupa’nın en güzel salonlarından biri olan Royal Albert Hall’da, okyanus mavisi ışıklarla aydınlatılan sahneye bir deniz kızını andıran kıyafetiyle girişinden konserin sonuna kadar geçen sürede tek kelimeyle büyüleyiciydi.
Konser boyunca bir taraftan etkisinde kalırken, diğer taraftan da o büyünün şifrelerini çözmeye çalıştım kendimce.
Bu öyle bir büyüydü ki farklı yaşam tarzlarını benimseyenleri rahatlıkla aynı salonda toplayabiliyor, yan yana birkaç saat geçirmelerini sağlıyordu.
Salondan içeri girerken yanımdakilerden bazılarının ellerinde biraları vardı, bazıları da akşam namazını nerede kılabileceklerini konuşuyorlardı.
Sezen Aksu, zıtlıkları ve zıtları birleştirebilmenin büyüsünü taşıyor.
Aynı konserde hem ağlatabiliyor hem de güldürebiliyor.
Siyasetin kutuplaştırıcı tabiatına inat, sanatın birleştiriciliğini yaşatıyor.
Bir yerde on yedi yaşındaki bir genç kızın masumiyetini ve toyluğunu görürken başka bir yerde “hayat sert bir şey” diyen olgun bir kadınla karşılaşıyorsunuz.
Bir eserini şuh danslar eşliğinde seslendirirken başka bir eserini tasavvufi bir tat ile ve zikir sesleri eşliğinde icra edebiliyor.
Dinleyicisiyle ilişkisini sahici bir ilişkiye çevirebiliyor.
“Birbirimize el verdik, birbirimizin sırtını sıvazladık” diyerek ilişkiyi tanımlıyor ve “Sizi severken gebertirim!” diyen bir samimiyetle konuşabiliyor.
Sezen Aksu aslında çok şey söylediği hâlde hiç konuşmamış gibi durabiliyor. Bundan dolayı en küçük sözünü ve sahnedeki en ufak bir hareketini bile çok değerli hâle getirebiliyor.
Nerede ne diyeceğini, muhatabını kendi özel alanına ne kadar dâhil edeceğini iyi hesaplıyor.
Özgüveni yerinde ve kendisiyle dalga geçebiliyor. Oğluna, “Sahneye çıkıp orasını burasını oynatan bir annen var, ne hissediyorsun, memnun musun benden” diye sorduğunu, oğlunun da, “Anne, acısını veren Allah sabrını da veriyor” dediğini anlatabiliyor.
Sezen Aksu harcadıkça zenginleşebilmenin, cömertlik yaptıkça daha fazla kazanabilmenin formülünü bulmuş bir insan.
Yeni sanatçıların yetişmesi, yetenekli insanların ortaya çıkmaları konusunda elinden geleni yapıyor.
Sahnede sadece kendisini öne çıkarıp parlatmak yerine vokalistinden çello sanatçısına kadar diğer sanatçıları da öne çıkarmaya, tanıtmaya ve gelecekte iyi eserler verme konusunda cesaretlendirmeye çabalıyor.
Sezen Aksu, dinleyicileriyle arasında kurduğu ve “Birbirimize iyi geliyoruz” diyerek eşitlikçi bir düzlemde tanımladığı diyalogunu tadında bırakmayı biliyor. O yüzden hep özleniyor, o yüzden tamamen doyulmuyor kendisine.
Konserin bir yerinde gülerek, “Benim de size faydam dokundu, Allah bilsin!” demişti.
O gece salondan çıkanların yüzlerinde o “fayda”nın ve kıymetinin farkındalığı rahatlıkla okunabiliyordu. Ve tabii bir de Sezen Aksu büyüsünün etkisi…