(Bu yazı ilk olarak 24.10.2013 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)
Bir süredir ne kadar da çok konuşan, kendini ifade eden bir toplum olduk.
O kadar çok konuşuyoruz ki, ortada dolaşan konuşma balonlarından göz gözü görmüyor neredeyse.
Herkes düşüncesini bir şekilde ifade ediyor; konuşarak, yazarak, yürüyüş yaparak, hatta durarak!
Adeta onyıllarca, belki de yüzyıllarca tercih ettiğimiz ya da mecbur bırakıldığımız suskunluğun patlamasını yaşıyoruz.
Herhangi bir şekilde yasaklara, özellikle de temel insan haklarına zıt olan yasaklara maruz kalanlar, ortaya çıkan görece özgür ortamda yasaklı günlerin acılarını çıkartırcasına geçmişteki ve gelecekteki haklarını savunuyorlar.
Hem de yılların biriktirdiği öfkeyi hemen her sözlerinde hissettirerek!
İnternetin sunduğu ‘özgür’ ortam ve imkânların da katkısıyla, artık susan değil konuşan bir halkız.
Sami Selçuk yaklaşık on beş yıl önceki bir konferansında “söyleyen değil, söylenen bir millet” olduğumuzdan yakınıyordu.
Biz şimdi tam tersine, söylenen değil söyleyen bir topluma dönüşüyoruz.
Yakın zamana kadar başkalarına dair düşüncelerimiz bir yana, kendi öz fikirlerimizi bile en azından çekinerek ifade ederdik.
Sadece belli bazı ayrıcalıklı kesimler vardı; onlar istediği insan ve gruplar hakkında istedikleri yargılarda bulunur, ellerindeki imkânlarla da başkalarını susturmayı başarırlardı.
Şimdi herkesin mikrofonu, gazetesi, dergisi, internet sitesi ve online adresi var; herkes her istediği insana fikirlerini ve tepkilerini ulaştırma imkânına sahip.
O hâlde sözün kıymetinin arttığı, vuruşmaktan ziyade konuşmanın makbul olduğu daha medeni bir hâle mi geliyoruz acaba?
“Asker bir millet” olmakla övündüğümüz günleri geride bırakıp “düşünen ve çalışan bir millet” olmakla övüneceğimiz günlere doğru mu ilerliyoruz?
Bu kadar iyimser olmak için biraz erken sanırım; çünkü henüz bir acemilik dönemini tecrübe ediyoruz.
Düşünce ve ifade özgürlüğümüzün ergenlik dönemi zevklerini, gelgitlerini ve hırçınlıklarını yaşıyoruz.
Futbol yorumcuları ve taraftarları bir yandan, siyasetçiler, destekçileri, sanatçılar ve yazarlar öte taraftan, hemen herkeste bir laf yetiştirme telaşı, ‘rakiplerine’ lafla üstün gelme hırsı var.
Sosyal medya çok uzun bir süredir bu tür polemik örnekleriyle dolu.
Din, hatta tasavvuf ile ilgili konuları dahi magazin figürleri ve söz düelloları eşliğinde takip ediyoruz.
Zor ve önemli bir dinî konuyu, içlerinde hiçbir ilahiyatçı katılımcının olmadığı bir ‘show’ programında izleyen bir arkadaşım, programı şöyle yorumlamıştı: “Ay hep bir polemikler; çok eğlendim!”
Aynı “eğlenme” durumu sosyal medyada da yaşanıyor olmalı ki, genel olarak büyük bir hoşnutsuzluk sözkonusu değil.
Bir geçiş dönemi yaşıyoruz; konuşma ortamlarımız, şekillerimiz, özgürlük anlayışımız değişiyor.
Bu geçiş döneminde kuralsızlıklara, karşı tarafı dinlememelere, hakaretlere, anlama çabasından uzak kalmalara çokça rastlanıyor.
Onca susturulmuşluktan sonra böyle bir durum normal karşılanabilir belki. Ama en ciddiyet beklenen kurumumuz TBMM’den en kuralsız ortam olan internete kadar, büyük bir kargaşaya tanık oluyoruz.
Bu kargaşanın bir süre sonra yok olacağını, demokrasimizin ergenlik dönemini büyük çapta toplumsal sorunlar yaşamadan atlatabileceğimizi umuyorum.
Bunun için öncelikle sözün değerinin eylemin değerinin önüne geçmemesi; bir de, özellikle sanal âlemin özgür ortamındaki sözüm ona ‘cesur’ duruşumuzun farklı düşüncelere hakaret ve saygısızlık boyutuna taşmaması gerekiyor.