Geç kaldığımı da düşünmenin mahcubiyetiyle, yıllar önce alıp beklettiğim kitabı aldım elime ve ilk seyahatimde çantamdan çıkarıp okumaya başladım. Aslında tam olarak bir geç kalmışlık da yoktu; kitapların diliyle, atmosferiyle, yazarların mesele edindikleriyle bizimkiler denk düştüğünde ‘zamanı’ gelmiş oluyor…
Dile getirdiği bazı siyasi düşüncelerinden, beklentilerin aksine tepkisiz kaldığı bazı durumlardan, doğup büyüdüğü “mahalle”den ve benzeri başka nedenlerden dolayı en baştan reddedilme ve okunmama talihsizliği yaşayan, Nobel ödülü almasına rağmen içimize sine sine bu başarısının coşkusunu yaşayamadığımız bir yazarın, Orhan Pamuk’un bir romanından bahsediyorum.
Benim Adım Kırmızı, kullanılan tekniği, ele aldığı konuları ve konuların ele alınmasındaki yeterliliği açılarından Türk edebiyatının ‘müstesna güzelleri’ arasında yerini almaya fazlasıyla namzet.
Bu eseri belli bir kategoriye sığdırmak kolay değil; ana karakterlerden Kara’nın neredeyse hayatını verdiği çetin ve hazin bir aşkın romanı olarak da değerlendirilebilir, bir sanat tarihi romanı olarak da; hatta, işlenen cinayetlerin izini yazarla birlikte sürdüğünüz, kitap boyunca sanıkları ve tanıkları tek tek dinleyerek doğru hükme ulaşmaya çalıştığınız bir polisiye roman olarak da okunabilir.
Roman adeta psikodramanın yazar tarafından uygulanmış ve yazılmış hâli; ana hikâye ve onun etrafında dönen olaylar farklı karakterlerce dile getiriliyor. Hikâyenin akışını kimi zaman yaşayan insan ve hayvanlardan, kimi zaman da ölülerden ve bazı cansız nesnelerden dinliyorsunuz. Bu da sıradışı bir görecelilik ve farkındalık bilinci geliştiriyor.
Her hâlükârda takdir edilmesi gereken bir çalışma disiplininin ve nitelikli bir araştırmanın ürünü olduğu aşikâr olan kitap, on altıncı yüzyıl Osmanlı devlet ve toplum yapısından, dönemin nakış sanatı anlayışı ve bu alandaki tartışmalar üzerinden okuyucuları haberdar ediyor.
İslam’ın sanat felsefesi konusunda, Türkiye’nin muhafazakâr- dindarlarının yeterince ya da hiç ele almadıkları konuları sorguluyor. Resim yapmanın haram olup olmaması, bu konudaki farklı argümanlar; Müslümanların, Batılıların ve Çinlilerin bu sanatı uygularken benimsedikleri temel felsefe ve bu felsefelerin pratiğe geçiş şekilleri; üslup ve imza, nakış ve zaman, körlük ve hafıza gibi konularda, bir romandan beklenenden de fazla felsefi tartışmalara giriyor.
Benim Adım Kırmızı, aynı zamanda, Batı’nın çeşitli alanlardaki gücü ve üstünlüğü karşısında nasıl bir tavır sergileneceğine dair artık neredeyse ‘kaderimiz’ hâline gelmiş tartışmaların, resim sanatı özelinden ele alınarak yapılmış harika bir sunumu. Gelişme ve Batılılaşma, üslup ve kibir, bireysellik ve gelenekçilik, yeniliğe açık olmak ve taklitçilik gibi, oldukça aşinası olduğumuz ikilemler üzerine yeniden düşünme imkânı veriyor. Tarihte gelişen olayları okurken, kendi tarihselliğinizin de farkına varıyor, o dönemdeki tartışmaları izlerken, paralel bir şekilde zihninizde kendi zamanınızın konularını tartışıyorsunuz.
Kitap, bütün bunların yanı sıra, doğrudan ya da dolaylı olarak, bizi başka bazı konular üzerine de araştırıp düşünmeye davet ediyor. Osmanlı’da “oğlancılık” ve eşcinselliğin durumu ve yaygınlık derecesi; Müslüman ya da Doğu medeniyetlerindeki hikâye kültürü, düşünme metotlarımızda “kıssadan hisse” çıkarma pratiğinin yeri; farklı medeniyetlerdeki sanat farklılıklarının temelinde din kadar, hatta dinden de çok, kültürel ve yerel unsurların varlığı; ve “Doğu da Batı da Allah’ındır” ayetinin, kültürlerin ve sanatların, insanlığın ortak malı olduğu düşüncesine yönelik şekilde yorumlanabilmesi gibi konular, bunlardan sadece bazıları…
(Bu yazı 14.07.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)