Türkiye, çok uzun bir süredir, kavramları hunharca kullanıp çarçur etmenin, bazı ideolojik ve siyasi hesaplar uğruna tüketip artık kullanılamaz hâle getirerek bir kenara atmanın mekânı oldu.
Toplumun kültürel ve siyasi hafızasında, insanların itibarsızlaşmasından çok kavramların itibarsızlaşması daha kalıcı, daha acı, daha tedavisi zor izler bırakıyor.
Köşe kapmaca oynar gibi, herkes ortadaki kavramlardan görece en güzelini alıp kendisine mal ederek, diğer düşünce ve grupları sahiplendiği o kavramları ‘kullanarak’ dışlamak, hatta yıpratmak istiyor.
Bunun üzerine, hor kullanılarak yıpratılan kavramların itibarını kurtarma ihtiyacı hissediyorsunuz; “dindar” ile “dinci” kavramları arasında da öyle bir ilişki var diyebiliriz.
İki kavramın da farklı yerlerdeki farklı kullanımlarını şimdilik tartışmaya açmadan, kendi tanımlarımın da sübjektifliğini ve idealist görünebileceğini baştan kabul ederek ikisi arasındaki farkı tartışmak istiyorum:
Dindar, inandığı değerleri daha çok yaşam pratiğiyle ve ahlakıyla sergilerken, dinci, çoğunlukla diliyle ‘sergileme’ çabasındadır.
Dindar için söyledikleriyle yaptıklarının tutarlılığı önemliyken, dincinin tutarlılık kaygısı azdır; yaptıklarından çok söylediklerini önemser.
Dindar, kişiliği ve ahlakıyla inandığı değerlerin toplumdaki itibarını artırırken, dinci, kendi itibarsızlığını, yetersizliğini ve kişisel zaaflarını dinin toplumdaki itibarını istismar ederek örtmeye çalışır.
Dindar, ibadet ve iyiliklerini Tanrısıyla kendi arasında tutmaya çalışırken, dinci, yaptığı ibadet ve iyilikleri bir şekilde ifade etmeye, onlar üzerinden insanlar arasında puan devşirmeye çalışır.
Dindar için din bir yaşam tarzıdır ve iç disiplinini sağlayan bir değerler bütünüdür; dinci için ise din, kendi dünyevi menfaatlerine ulaşmak için bir araçtır.
Dindar, Tanrı karşısında insanlardan herhangi biri olduğunun bilincinde ve her an kendisinin de yanlışlar yapabileceğinin farkındadır; bu tevazuun sonucu olarak da affedicidir, müsamahakârdır; dinci ise kendisini Tanrı’nın temsilcisi gibi görüp diğer insanlara, özellikle de kendisi gibi düşünmeyen ve kendi benimsediği yaşam tarzını benimsemeyenlere karşı devamlı buyurgandır, yargılayıcıdır.
Dindar için öz ve ruh önemliyken, dinci için kabuk ve şekil önemlidir.
Dindar kucaklayıcıdır; mümkün olduğunca herkesi kanatları altına almaya, herkesin Tanrı’nın merhametine mazhar olmasına çabalar; dinci ise dışlayıcıdır, kelimenin iki anlamıyla da ‘itici’dir; kendi ‘seçkin’ alanına ve topluluğuna başkalarının girmesini istemeyen kıskanç, cimri ve ‘ırkçı’dır.
Dindar, başarılarının Tanrı’dan geldiğine inanır, bunun tabii sonucu olarak da bir tevazu içindedir; dinci ise başarılarını daha çok kendisine mal eder, başardıkça kibirlenir, ama bu kibrini din kılıfıyla örtme konusunda da mahirdir.
Dindar, ortak yanlar bulup diğer düşüncelerle, diğer tecrübelerle, diğer canlı ve varlıklarla bütünleşme motivasyonuna sahiptir; dinci ise dünyaya genelde bir rekabet gözlüğüyle bakar, benzerlikleri değil farklılıkları, çözüm yollarını değil ayrışma yollarını gözetir.
Dindar, dinin temel mantığını anlar, aslolanın iyi insan olmak ve iyi işler eylemek olduğu bilinciyle hareket eder, bu yüzden esnektir, değişime açıktır. Dinci ise özden ziyade söze, mantıktan ziyade şekle odaklandığı için tutucudur, taassup içindedir, değişime kapalıdır; ama bu durum onu dünyevi işlerden geride bırakıp münzevileştirmez, aksine, etrafını dolanır, “hile-i şer’iyye”ye başvurur, hedefine ‘bir şekilde’ ulaşmaya çabalar…
(Bu yazı 07.08.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)