Siyasal ve toplumsal diğer olaylarda olduğu gibi, Türkiye’nin ‘inanç-temelli hareketlerini’ de tarihî gerçeklerden, ortaya çıktıkları siyasal ve fikrî atmosferden, bilhassa Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren devlet ve elitler tarafından benimsenmiş olan din politikalarından bağımsız düşünmek mümkün değil.
Örneğin, Cumhuriyet reformları ya da devrimleri olarak bilinen uygulamaların çok önemli bir kısmı, İslami kültürün izlerinin ülkeden mümkün olduğunca kaldırılması ve hızla Batılı değer ve formlarla yer değiştirilerek Avrupalı seküler bir ülke yoluna girme çabasıyla doğrudan ilişkilidir.
Bu devrimlerin yanı sıra, din ve dindarlar üzerine yapılan baskıcı politikalar, inançsızlığın ve seküler yaşam tarzının okullarda belli bazı zamanlarda dikte veya teşvik edilmesi, dinî aktivitelerin ve hareketlenmelerin medya ve siyaset yoluyla dışlanması ve aynı zamanda kontrol altında tutulması gibi gerçeklikler karşısında dinî cemaatler bir ‘toplumsal ihtiyaca’ cevap vererek ortaya çıktılar ve geliştiler. Öyle bir ihtiyaca cevap vermiş olmasalardı, bunca baskıya, tehdide ve maddi imkânsızlıklara rağmen büyüyüp güçlenmeleri zaten mümkün olmazdı.
Metotları ve iş alanları birbirlerinden büyük oranlarda farklılık içeren bu gruplar, toplumda farklı derecelerde kabul gördüler. Verilen “cevapları” beğenip benimseyen insanlar, kendilerince en uygun ya da doğru gördükleri cevabın arkasından gittiler. Korku içinde kendilerini gizlemek ve kimi zaman devletin hışmına maruz kalmak pahasına desteklerini esirgemediler; gerek bizzat faaliyetlere dâhil olmak, gerekse çocuklarını yönlendirmek suretiyle katılımlarda bulundular…
Peki, büyük işadamlarından orta sınıf esnafına, memurundan işçisine, kadınından öğrencisine, çok farklı kesimlerden çok büyük bir destek olan dinî hareketler hangi ihtiyaçlara cevap verdiler?
Dinî hareketler, çoğunluğu kırsaldan gelen ‘yeni kentliler’in, kendi değerleriyle uyumlu bir şehir hayatı yaşamalarına, şehirlerde tutunmaya çalışan muhafazakâr- dindar insanların kendilerine ‘uyan’ ortamlarda sosyalleşmelerine aracılık ettiler.
Modern- seküler yaşam şartları ile geleneksel- dinî değerlerin çatışmasının oluşturduğu çok yönlü gerilim ve kriz karşısında muhafazakâr- dindarların ‘ayakta kalabilmelerini’ hedefleyen düşünceler geliştirip, modern- seküler çevrede geleneksel- dinî ‘alanlar’ (space) yaratarak kendi değer, gelenek ve yaşam tarzlarını “muhafaza” etmelerine olanak sağladılar.
Devlet okullarındaki eğitimin din karşıtlığı, en azından dinî değerlerden bağımsız bir müfredat üzerine kurulması karşısında, muhafazakârların çocuklarının daha nitelikli bir ‘dinî eğitim’ almalarına imkân sağladılar; bu ‘alternatif eğitim’ imkânı öğrenci evleriyle, yurtlarla, özel okullarla, dinî sohbet halkalarıyla, ve basın- yayın aracılığıyla gerçekleştirildi.
Siyaset alanında kendi değer ve dünya görüşünün temsilini göremeyen, üstüne üstlük dünya görüşünden dolayı dışlanıp baskı altına alınan muhafazakâr- dindarların mobilizasyonunu, ve çok çeşitli kanallarla siyasi aktivizm içerisine girmelerini sağladılar. Bu aktivizmi kimi siyasi parti organizasyonuyla, kimi devlet kadrolarında ve karar mercilerinde yer edinmeye çalışarak, kimi de dernek ve vakıf çalışmalarıyla gerçekleştirdi.
Dinî hareketler ve destekçileri, tanımlamaya çalıştığım siyasi atmosferde ‘farklı bir muhalefet türü’ geliştirdiler. Devletle açıktan çatışmayan, üstelik ‘devletçi’ olarak tanımlanması bile mümkün bir tarzda, ama açılan meşru ve hukuki kanallarla devletin politikalarını etkilemeye çalışan uzun bir direniş sürecinden geçerek bugünlere geldiler.
Bugün, AK Parti iktidarından beri muhafazakâr- dindar çevrelerde gözlemlenen gelişmeleri, değişimleri, fiyaskoları ve hayalkırıklıklarını öncelikle böyle bir geçmiş bilgisiyle ‘okumanın’ daha gerçekçi kanaatlere ulaştıracağını düşünüyorum…
(Bu yazı 31.07.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)