(Bu yazı ilk olarak 12.09.2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)
İlahiyat fakültelerindeki Felsefe ve Felsefe Tarihi derslerini zorunlu olmaktan çıkarmak gibi tartışmalı bir kararın alınmasının altında bazı köklü sebepler yatıyor.
Bizde, özellikle de muhafazakârlar arasında felsefenin korkutucu bir imajı var. Felsefe ile ilgili kitaplar genelde tehlikeli görülür, o tür kitapları okuyarak ‘riskli’ bir alanda dolaşanlar bir şekilde ikaz edilir.
Felsefe için düşüncede sınır yoktur ve evrenin meydana gelişinden Tanrı’nın var olup olmadığına kadar sayısız konuları ele alır.
Dinlerin, özelde İslam’ın bazı sınırları vardır, Allah’ın zatı hakkında fazla düşünmemek gibi. Bir de mü’minlerinden istediği bazı kabuller vardır ve “iman”, yani güven orada devreye girer. Onlardan akıllarının ve duyularının ulaşamayacağı bazı bilgileri kutsal kitaptan ve peygamberden alıp o kaynağa güvenmeleri beklenir.
Sorun burada başlar; o “bazı bilgiler” hangileridir ve insanlar sorgulamalarını nereye kadar götürebileceklerdir?
Kur’an’da Allah bizzat kendi varlığını ‘ispat’ için rasyonel deliller sunup muhataplarını ‘iknaa’ çalıştığı hâlde Müslümanların çoğu, bir zamandan itibaren bu konuları gereksiz, hatta zararlı gördüler. Üstelik bu tür konuları ele alan felsefeden de mümkün olduğunca uzak durmayı yeğlediler.
En meşhur kırılma noktası, İslam filozofları Farabi ve İbn Sina’ya karşı Gazali’nin eleştirileri olarak görülür ve iki taraf da sorumluluğu Gazali’ye yüklerler; işin aslı pek de öyle değildir.
Müslümanlar felsefeyle ilk karşılaştıkları zaman önde olan felsefi akım, Yeni-Platonculuk idi. Bu okul, kendisinden önce gelen bütün spiritüalist-idealist felsefe okullarını birleştirmeye, Platon’la Aristo’yu uzlaştırmaya çalışan bir okuldu.
Ayrıca Yeni-Platonculuk’un dinî konulara ilgisi oldukça fazlaydı. Hz. İsa’dan biraz sonraki dönemde Akdeniz ve özellikle Roma’daki dinsel ilgiye Yunan akılcılığıyla cevaplar vermeye çalışmıştı.
Bu iki özelliği taşıyan Yeni-Platonculuk’la karşılaşmanın Müslümanlar üzerinde önemli etkileri oldu: Bazı Müslüman filozoflar, felsefenin, verileri herkes tarafından kabul edilen bir ‘bilim’ olduğu yanılgısına düştüler.
Aynı zamanda, felsefenin tek ve gerçek olan dinin özünü temsil ettiğini düşündüler. Çünkü bir “bilim” olan felsefe, kendilerini de ilgilendiren çok hayati konularda, İslam’ın öğretilerine de benzeyen sözler söylüyordu.
Bu durumda meşhur İslam filozofları, felsefe ile İslam vahyini uzlaştırma ve aralarında bulunduğuna inandıkları ‘birliği’ ortaya çıkarma çabasına girdiler.
Böyle bir çaba doğal olarak İslami açıdan bazı yanlış sonuçlar getirecekti. Gazali’nin meşhur çalışması ve amacı, İslam düşüncesine karışan bu yanlışlara işaret etmekti.
Eleştirilerini felsefenin kavramları ve metoduyla yapabilmek için iki yılını felsefe eğitimine adayan Gazali,Tehâfütü’l-Felâsife’de genel olarak felsefe disiplininden ziyade, Müslüman filozofların fikirlerinden yirmisini eleştirdi.
İslam düşüncesinde yaşanan durgunluk döneminde bu eleştiriler, zihin konforlarını bozmak istemeyenlerce bir felsefe düşmanlığı olarak görüldü. Felsefe disiplini ile felsefe okulları birbirine karıştırıldı.
Bazı filozofların yanlış görülen düşüncelerini emek verip eleştirmek yerine onları toptan dışlamak gibi kolay bir yol seçildi. Bu arada olan, felsefenin imajına oldu: Soğuk, tehlikeli, ukala!
İşte bu yanlış algının etkileri günümüzde ve ülkemizde hâlâ sürüyor maalesef. “Her ihtimale karşı” ve “bazı kapıları açmamak” gerekçeleriyle sürdürülen bu aşırı muhafazakâr tutumun, en başta ülkedeki ‘özgür ve tutarlı’ düşünceye büyük darbeler vurduğunun artık fark edilmesi gerekiyor.
“Kur’an’da Allah bizzat kendi varlığını ‘ispat’ için rasyonel deliller sunup muhataplarını ‘iknaa’ çalıştığı hâlde ….” Bu ifade pek yakışık olmamış kanımca, bunun yerine “Allah ikna yolunu göstermiştir” denilebilirdi. Yazının geri kalanına diyecek bir şey yok, elinize sağlık.
Felsefeyi ve sair her görüşü engelleyenler Allah’ın kudretinden şüpheye düşmüştür. Felsefe de, şüphe de, sorgulama da Allah’tandır.