Aydınlanma geleneğinde, rasyonalite ya da makullük net bir şekilde tanımlanmıştır ve zamansal ve mekânsal herhangi bir bağlama göre değişecek de değildir. Ama bir süredir daha iyi anlıyoruz ki rasyonalite ve hatta gerçeklik bağlama göre çok rahatlıkla değişebiliyor.
Gezi olaylarının ve ondan bir süre sonra ortaya çıkan AKP- Cemaat çatışmasının benim açımdan en çarpıcı taraflarından biri, bu olayların gerçeklik, makullük ve güç etkileşimine, ve bunların her birinin geçirdiği değişime daha yakından tanıklık etmemize imkân sunmaları oldu.
Ortada duran son derecede somut ve ispatlanabilir olayların iki ya da daha fazla sayıdaki taraflarca farklı algılanabildiğini ve kabul edilen ‘farklı gerçeklikler’ üzerinden ülkenin nasıl da hızlı bir şekilde kutuplara ayrılabildiğini bizzat görmek sıra dışı bir tecrübe oldu ve hâlâ da olmaya devam ediyor.
Aynı gerçekliğin farklı şekillerde yorumlanması gibi doğal bir ayrışmayı kastetmiyorum; düpedüz farklı gerçekliklerin benimsenmesinden ve bu farklı gerçeklikler üzerine bina edilen akıl yürütmelerin ne derecede farklı sonuçlara ulaştırdığından bahsediyorum.
Bu keskin ayrışmadandır ki, bir tarafın şüphesiz bir şekilde “yalan” dediği ve ithamlar karşısında hayretten donakaldığı bir ‘olay’, diğer tarafça rahatlıkla ‘gerçek’leşmiş olaylar arasında değerlendirilebiliyor ve ‘failler’ bundan dolayı örneğin “hainlik” ile suçlanabiliyor.
Sonrasında karşılaşılan diğer bütün olaylar bu etiketler üzerinden okunuyor.
İlginç olan bir başka durum ise şu: bir süre sonra ortadaki söylentilere “yalan” demek, ispatlanmasını talep etmek bir işe yaramıyor ve ‘kurgulanmış olan bu gerçeklik’ ile birlikte yaşamak zorunda kalıyorsunuz.
Yine bu en temel seviyede, henüz başlangıç noktasında yaşanan ayrışmadan dolayıdır ki, ülkemizde ve yurtdışındaki vatandaşlarımız arasında, çoğumuzun daha önce hiç tecrübe etmediği ölçüde çok sert toplumsal ve siyasal çarpışmalar yaşanıyor.
Peki, nedir bu derecede farklı ‘gerçekliklere’ sahip olmamızın nedeni? Bent Flyvbjerg bu soruya “Güç gerçekliği tanımlar” diyerek cevap veriyor. Ona göre güç, gerçekliğin ‘aslında’ ne olduğunu ortaya çıkarmaktan daha çok, somut fiziksel, ekonomik, çevresel ve toplumsal gerçeklikleri tanımlıyor ve hatta üretiyor.
Ülkemizde yaşanan son iki olay bunun kalıcı örneklerini sundu bize. Çok basit bir rasyonel sorgulama yöntemiyle ortaya çıkarılabilecek gerçekler dahi, güç sahiplerinin ‘tanım yapabilme yetkeleri’ karşısında elleri-kolları bağlı şekilde aciz kaldılar.
Öyle ki, kendi gözlerimle gördüğüm bazı olay ve durumları anlattığım zaman, bizzat olay yerinde bulunmadıkları hâlde, o olayların “aslında” daha farklı olduğuna inanan çok sayıda insanla karşılaştım; kendilerini ‘güçlü’ insanların tanımlarına teslim etmişlerdi.
Ellerindeki lider karizması, yıllar içinde kazanılmış olan toplumsal güven, büyük bir algı oluşturma ve yönlendirme aracı olarak medya organları gibi araçlarla diledikleri gerçeklikleri üretme gücüne sahip olan aktörler, bu konuda kendi kitleleri üzerinde büyük bir otoriteye sahipler ve büyük bazı sorunların kaderi önemli ölçüde onların ‘ahlaklı bir tutum’ içinde olup olmamalarına bağlı görünüyor.
Gerçekliklerin tanımının birkaç otoritenin tekeline ve insafına bırakıldığı bir ülkede toplumsal barışın ya da uyumun sağlanması hâliyle çok zor.
Uzun vadede, herkesin ‘tanımlama’ yetkisini kendi eline alması ve rasyonalitesine sahip çıkması gerekiyor.
Bunun için de hem bu donanımı sağlayacak iyi bir eğitim sistemine, hem de güç sahiplerinin karşısında bu konudaki ‘bağımsızlığını’ ilan edecek iradelere ihtiyacımız var.
(Bu yazı 27.03.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)