Fransa’nın sembolleri

(Fatih Yetim)

Mavi! Beyaz! Kırmızı!… Tribün tezahüratlarına pek uygun olmasa da Fransız bayrağının renklerini oluşturan bu üçlemenin bir manası ve bir hikâyesi olmalı şüphesiz. Bu arada Fransa’da elinize geçen herhangi bir resmi evraka dikkatli bakarsanız bu üç rengin ortasında Frikya bonesi taşıyan bir kadın büstü daha göreceksiniz, altında her resmi kurumun girişini süsleyen “Liberté, Égalité, Fraternité” (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) sloganıyla birlikte meşhur Marianne figürü. Resmi belgelerdeki tek kadın figürü o değil elbette. Başında güneş tacı bulunan ve resmi devlet mührü olarak kullanılan Cérès’i hukuki belgelerde rahatça görmek mümkün. Eğer Fransa’da yaşıyorsanız, ertelediğiniz borçlarınızdan dolayı size gönderilen “huissier” (icra) mektuplarından birine bakmanız yeterli. Diğer bir bayan şöhret ise daha çok Fransa’da basılan metal paralarda kendine yer bulan “ekin eken abla” figürü: La Semeuse.

Peki, Fransa milli takımı formalarında gördüğümüz, aynı zamanda Fransa Futbol Federasyonu’nun da sembolü olan şu meşhur kümes hayvanı, horoza ne demeli; Fransızlarla nasıl bir tarihi bağı var acaba? Ya da her köşe başı karşımıza çıkan anıt mezarları süsleyen, iki yatay bir dikey çizgiden oluşan Lorraine Haçı neyi ifade eder?

Soldan sağa mavi, beyaz, kırmızı renklere sahip Fransa bayrağı 1789’da Devrimci Fransa’nın bayrağı olarak tasarlanmıştır. Napoléon döneminde de bu özelliğini koruyan üç renkli bayrak 1814’de Fransa’nın krallığa tekrar dönmesiyle yerini asıl kraliyet ve Katolik bayrağı olan beyaz renkli bayrağa bıraktı.  Fransa bu saf beyaz bayrağı 1830 devrimine kadar kullandı. Haddizatında bugünkü bayrağın barındırdığı üç rengi açıklayan bazı tarihçiler beyaz rengin kraliyeti temsil ettiğini iddia ederler. Cumhuriyetçilere göre ise beyaz eşitliğin renginden başka bir şey değildir. Aynı şekilde, kendisine özgürlük manası verilen mavi rengin ise aristokrasiyi temsil ettiği dedikoduları dolanır dilden dile. Rengini kandan alan kırmızıya gelince, kardeşliğin sembolü olduğu malum. Anlaşıldığı üzere, bu üç renk Fransa’nın sloganı olan özgürlük, eşitlik ve kardeşliği temsil ediyor.

Devrim; monarşiyi, armalarını, zambak çiçekli amblemlerini reddetmiş olduğundan yerine bir şeyler konması gerekiyordu. 1792’de, Fransızlar için asırlardır özgürlüğün sembolü olan Frikya bonesi devlet mührü olarak kullanılmaya başlandı. Fransız ressam Eugène Delacroix’nın Devrim’i temsil eden meşhur tablosu “la liberté guidant le people” (halka yol gösteren özgürlük) de halka yol gösterdiği iddia edilen “özgürlüğün” Frikya boneli bir kadın olduğunu görebilirsiniz. Diğer yandan, Marianne ismi ve figürü 1830’larda kurulan gizli bir sol örgütle meşhur olmuş, devrimin ve cumhuriyetin en önemli figürlerinden birine dönüşmüştür. Devlet mühürlerinde ise Frikya bonesinin yerini güneş tacı almıştır. Fransız heykeltıraş Bartholdi’nin eseri olan New York’taki Amerikan özgürlük anıtı da aynı güneş tacına sahiptir. Kısacası, Marianne hep kalmış ancak saçının aksesuarlarını değiştirmekle yetinmiştir. Kadın figürlerinin yaygınlığı Fransa Cumhuriyeti’nin kadın olarak temsil edilmesinden kaynaklanır. Bu temsilin diğer iz düşümlerini meydanları süsleyen heykellerde görebilirsiniz.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordularına karşı direniş mücadelesi veren Fransızların kendilerine sembol olarak seçtikleri Lorraine Haçı, Vichy hükümeti döneminde (1940-44) Fransa bayrağının ortasına konularak Fransızların üstünlüğü simgelenmeye çalışılmıştır. 1958-59 yıllarına gelindiğinde, Lorraine Haçı cumhurbaşkanlığında en yüksek düzeyli memurlara verilmeye başlanmış ve ilk taşıyan kişi de General de Gaulle olmuştur. General de Gaulle, Elysée Sarayına çıkışını simgeleyen madalyanın üzerindeki cumhuriyetin temsilcisi kadın figürünü (Marienne) kaldırıp yerine Lorraine Haçı’nı koymuştur.

Horozun bir Fransız sembolü olarak kullanılması ise Marianne’dan daha eskiye dayanır. Sebebi, bazılarının hakaretamiz dediği gibi “ayakları çöplükteyken ötebilen tek hayvan olması” değildir şüphesiz.  Horoz, Hıristiyanlıkta açıkgözlülüğün sembolüdür aslında. Latincedeki Galya (Fransa coğrafyasının eski adı) ve horozun yazılışlarındaki benzerlik (Gallus – gallicus) bu kümes hayvanını popüler kültür içinde Fransızlaştırmıştır (Denizlililer alınmasın lütfen). Hatta Fransız tarihçi Maurice Agulhon’a göre “horozun gururlu, mücadeleci özelliği ve erdemleri ile herkes tarafından bilinen Fransızlara ait erdemler benzeşmektedir.” Ancak Fransızlar monarşi döneminde kullanılan kartal ve aslan figürleri karşısında basit bir kümes hayvanı olan horozu devletin resmi siyasi haysiyeti bakımından arka planda tutmaya özen göstermişlerdir. Tarihte askeri anıtlarda dahi kullanılan horoz figürü, günümüzde daha çok sportif alanlarda bir sembol olarak kullanılır.

Mustafa

(Can Dündar’ın hazırladığı Mustafa isimli belgeselden derlenmiştir. EÇ)

“Elime büyük yetki ve kudret geçerse, ben sosyal hayatımızda istenilen devrimi, bir anda, bir darbeyle uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben, başkaları gibi, bu işin halkın anlayışını yavaş yavaş alıştırmak suretiyle yapılacağını kabul etmiyorum. Buna ruhum isyan ediyor! Ben bu kadar yıl eğitim gördükten, uygar yaşamı ve toplumu inceledikten ve özgürlüğümü elde etmek için hayatımı, yıllarımı harcadıktan sonra neden cahiller derecesine ineyim? Onları kendi düzeyime çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar.” (7 Temmuz 1918)

İşgal kuvvetleri ve Babıâli yakalanması için emirler yağdırırken, o, yanında bir avuç adamla, kendi deyimiyle “Bir elinde tabanca diğer elinde darağacı,” yeni bir devlet kurmaya, Ankara’ya gidiyordu. Programı kafasındaydı. Mazhar Müfit’e beş aşamada yapacaklarını anlatıp defterine kaydettirmişti: Hükümet şekli cumhuriyet olacak, padişah için gereken yapılacak, örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek. Mazhar Müfit’e,  “bu defteri kimseye gösterme” demişti. Buna henüz yanındakiler bile hazır değildi. (1919)

Bir şey yapmalı, sıkıştığı kıskaçtan kurtulmalı, bu krizden bir fırsat yaratmalıydı. İşte o noktada, şeyhülislamın kendisine yönelttiği “dinsiz” suçlamasını geri çevirmeye karar verdi. Meclisin açılısını 22 Nisan’dan, Cumaya gelen 23 Nisan’a kaydırdı. Meclisin, “Allah’ın lütfuyla Cuma günü açılacağını, saltanat ve hilafetin kurtarılması için görev yapacağını” vilayetlere bildirdi. “Açılıştan önce Hacı Bayram’da namaz kılınarak, Kur’an ve namazın nurlarından feyiz alınacaktır” dedi. Namazdan sonra Sakal-ı Şerif’le meclise yürünecek, kapıda kurban kesilip dua edilecek, minarelerden sala verilecek, vilayette hatim indirilecekti. Öyle de oldu; meclis dualarla açıldı. Mustafa Kemal başkan seçildi. Daha bir ay önce, Osmanlı Devleti’nin 700 senelik hayatının sona erdiğini duyuran adam, şimdi saltanat ve hilafeti kurtarmak için yola çıktıklarını açıklıyordu. 7 yıl sonra bu genelgesini, o günün duygu ve düşüncelerine ne kadar uymak zorunda kalındığını gösteren bir belge olarak sunacaktı. O gün dayanmak zorunda kaldığı güçlerle yarın hesaplaşacaktı!

İzmit’te gazetecilerle sabaha kadar süren sohbetlerde samimi konuştu. Konuşulanların şimdilik gizli tutulmasını istedi. Orada, başkentin Ankara olabileceğini, hilafetin baş belası olduğunu, Kürtlere anayasada yerel özerklik verildiğini söyledi. Kürtlük adına ayrı bir sınır çizmek, Türkiye’yi mahvetmek olur dedi.

İzmir’de evlendiklerinde Latife Hanım 23, kendisi 42 yaşındaydı.

3 yıla yakın süren ve geride birçok söylenti bırakan sancılı evliliğin ardından, “En büyük hatalarımdan biri evlenmekti” diyecekti. “Ordular idare ettim; ama bir kadını idare edemedim.”

Gazi, hemen kafasındaki programı ardı ardına attığı radikal adımlarla uygulamaya başladı. Ankara başkent ilan edilerek imparatorluk tamamen tasfiye edildi. 600 yıllık saltanatın ardından hilafet de lağvedildi. Medreselere kilit vuruldu. Eğitim laikleştirildi. Çocukken Kaymak Hafız’dan yediği dayağın intikamını almıştı işte!

Eski silah arkadaşları Rauf, Adnan, Ali Fuat ve Refet, savaşı birlikte kazandıkları halde bu reformların kendilerine danışılmadan yapılmasından rahatsız olup, Kazım Karabekir başkanlığında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular ve muhalefete geçtiler. Ama tek muhalif onlar değildi. 1925 kışında doğuda Şeyh Sait isyanı patladı. İsyan 3 ayda bastırıldı, önderleri idam edildi. Muhalefet partisi kapatıldı. Takrir-i Sükûn kanunuyla muhalefet hepten susturuldu. Bütün güç Gazi’nin elinde toplanmıştı. Artık en sembolik, en cesur adımını atmanın zamanıydı. Mareşal üniformasını giyip, o dönemde taassubun en güçlü olduğu yerlerden olan Kastamonu’ya gitti ve Anadolu’da dinsizliğin simgesi sayılan şapkayı tanıttı. “Bunu giyin! Kadınlar da cihana yüzlerini göstersinler!” dedi. Türkiye Cumhuriyeti’nin şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamayacağını söyledi. 15 yıl önce ancak Osmanlı sınırlarını geçince başına takabildiği melonu kendi ülkesinde iftiharla giyecekti artık.

Kastamonu dönüşü Mazhar Müfit’i görünce ona 1919’da Ankara’ya gelirken yazdırdığı beş maddelik programı hatırlattı: “Azizim, notlarınıza bakıyor musunuz? Kaçıncı maddedeyiz?” dedi. Yola çıkarken kafasında tasarladığı devrimi altı yıl içinde büyük oranda gerçekleştirmişti. Ama bitmemişti! Dini toplumsal hayatta etkisizleştiren, Türkiye’yi Batı’yla bütünleştiren adımlar peş peşe geldi. İslami düşüncenin üretilip yeni kuşaklara devredildiği asırlık tekkeler ve zaviyeler bir günde kapatıldı. Saat ve takvim Batı’ya uyduruldu. Dönemin en gelişmiş medeni kanunu İsviçre’den alınarak kadınlara erkeklerle eşit haklar verildi ve o dönemde Gazi, Harbiye’den beri taşıdığı bıyığına veda etti.

1926 yazında İzmir’de Gazi’ye yönelik hazırlanan bir suikast bir dönemin sonunu getirdi. Milli mücadelenin kahramanları, Gazi’nin en yakınları Ali Fuat, Refet, Adnan, Rauf, Kazım Karabekir, suikast davasında sanıktılar. Silah arkadaşı Kazım’ı kurtarmayı deneyen İsmet Paşa bile tutuklanmanın esiğinden döndü. Gazi son anda paşaları affetti. Geri kalanlar ya idam edildi, ya da hapsedildi. Bir dönem yine darağaçlarıyla kapanmış, muhaliflerin kökü kazınmış, eski dostların yolları ayrılmış, devrim bir kez daha evlatlarını yemişti.

İstanbul’a giderken, orada toplanan kalabalık hakkında şöyle dedi: “(Kalbimde) heyecan yok; çünkü çok iyi biliyorum ki gün gelir bu kalabalık bizi linç etmek için de böyle toplanır.”

O dönem, Mussolini’nin heykeltıraşı Kanonika Türkiye’ye davet edildi. Gazi’nin büyük heykellerini yapması istendi.

Gazi muhalefeti silmiş, ülkedeki yegâne gücün kendisinde olduğunu göstermişti. Simdi otoritesini yerleştirme, devrimini pekiştirme, varlığını herkese hissettirme zamanıydı. Her yerden görünebilen kutsal bir varlık, otoritesi mutlak bir şef haline geliyordu. Artık söylediği kanundu. Gazete sütunları ona övgülerle doluydu. Mecliste muhalifi yoktu. Tek şefli, tek partili bu rejim, Avrupa basınına göre bir dikta rejimiydi.

Okullarda okutulsun diye kaleme aldığı Medeni Bilgiler notlarında, Türklerin, İslamiyet’i kabul etmeden önce de büyük bir millet olduğunu hatırlattı. İslamiyet’in, Türkleri diğer Müslümanlarla birleştirmediği gibi, tersine, Türklerin milli bağlarını gevşettiğini, milli hislerini uyuşturduğunu yazdı: “İlkel insanların, tabiatın her türlüsünden, gök gürültüsünden, geceden, taşan bir nehirden ve vahşi hayvanlardan ve hatta birbirinden korktuklarını biliyoruz. İlkel insan kümelerinde ata korkusu ve büyük kabilelerde onun yerine geçen Allah korkusu, insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız yasaklar yaratmıştır. Cemaatlerin başına geçebilen adamlar cemaati Allah namına idare ederler. Bireyin hakkı, hürriyeti söz konusu değildir. İnsan fikri inkişafta ilerledikçe tabiatın her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça, tabiatın çocuğu olan insan, kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı. Bundan sonra bireyle hükümdar ve devlet arasında hak davası ve hak mücadelesi başladı.”

1929’da Cumhuriyet Gazetesi tarafından düzenlenen ilk güzellik yarışması muhtemelen Gazi’nin fikriydi.

On yılda bambaşka bir Türkiye doğmuştu. Gazi, (…) bir dönem taviz olarak anayasaya koymak zorunda kaldığı “Devletin dini İslam’dır” ifadesini de kaldırarak dini devlet işlerinden tamamen tasfiye etmiş, şahsi ibadete indirmişti. Kadınlara yasal eşitlik sağlamış, başlarını açıp eğitime çağırmıştı.

Avrupa’da yüzyıllara yayılan değişimi on yıla sığdırmıştı.

Sofra görevlilerinin anılarına göre, öğleden sonra kalkıyor, kalkar kalkmaz sigaraya başlıyor, günde üç paket sigara, on beş fincan kahve içiyor, sofrada bir büyük rakı bitiriyordu.

“Bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” Son meclis konuşmasını bu sözlerle bitirdi. Son mesajı, en büyük zaferiydi belki de: İktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirmek!

Dersim’iz Fransız İhtilali

Bir varmış bir yokmuş…

14 Temmuz 1789, Kral 16. Louis’nin despot yönetimine ve ağır vergilere karşı ayaklanan halk Bastille hapishanesini basar. Ardından yayınlanan “insan ve yurttaş hakları bildirisi” ile cumhuriyet ilan edilir; sonrası malum. Kral 16. Louis ve onun halkının yoksulluğunu hafife alan müsrif eşi Marie Antoinette giyotinle ölüm cezasına çarptırılır. Ve Avrupa’nın bu ilk “ulus devletinde”  özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin (liberté, égalité ve fraternité) hüküm sürdüğü yeni bir dönem başlar. Üstelik başta Osmanlı olmak üzere diğer bütün Avrupa devletlerine de milliyetçilik ve insan hakları hususunda “güzel” bir örnek teşkil eder, “yakın çağ”ın bu başlangıç noktası.

Yukarıdaki paragrafı lisedeki tarih derslerinden aklımda kaldığını varsaydığım bilgilerden derlemeye çalıştım. Gerçek şu ki, Fransız Devrimi çocuk masalı tadında epik bir hikâye olarak anlatılır hep. Zira nihayetinde mutlu son, yani “cumhuriyet” vardır. Oysa Fransa, devrimden sonra bu “mutlu sona” karşı duyduğu öfkenin neticesi olarak iki imparator daha seçmiştir kendine: Napoléon Bonaparte ve Louis-Philippe Napoléon, nam-ı diğer III. Napoléon. Halkın devrime ve onun biricik evladı cumhuriyete karşı olan tavrını anlayabilmek için bu çok “epik” hikâyemizi baştan, ama biraz daha detaylı anlatmakta yarar var.

Arka plan

Sanayi devrimini (bu kavram bize yabancı gelebilir) başarıyla gerçekleştiren Fransa’da -daha sonra adına Burjuvazi denilecek- zengin bir tüccar sınıfı ortaya çıkmaktadır.  1713-1789 yılları arasında dış ticareti beş kat büyüyen Fransa’nın gittikçe zenginleşen bu sosyal sınıfı sahip olduğu ekonomik gücü politik güce çevirmenin yollarını aramaya koyulur. Ancak dönemin Fransa şartlarında bu neredeyse imkânsızdır. Bütün gücünü ve otoritesini Tanrı’dan alan Kral, yetkilerini ancak Kilise ve soylularla paylaşmaktadır. Üstelik ülke toprağının büyük bir kısmını elinde bulunduran Kilise ve soylular vergiden de muaftırlar. Amerika kolonilerinin İngiltere’ye karşı vermiş olduğu bağımsızlık savaşına yapılan cömert yardımlar Fransız ekonomisini zor durumda bırakmıştır. Artan vergi yükünü ise köylüler ve tüccarlardan başkası çekmemektedir. Kaldı ki toplanan vergiler sadece sarayın harcamalarını dahi karşılayamamaktadır. Saraya karşı zengin tüccarların organize ettiği halkın tepkisi artınca toprak mülkiyetinden (yani Kilise ve soylulardan) de vergi alınması fikri ortaya atılır. Kararı kabul etmeyen soylular 1614’den beri toplanmayan parlamentonun toplanmasını isterler. Mayıs 1789’da soylular, din adamları ve halktan oluşan üç kademeli parlamentonun toplanması Fransa monarşisi için sonun başlangıcı olacaktır. Bir müddet sonra, aynı parlamentoda bulunan ancak eşit haklara sahip olmayan bu üç gurup arasında çatışma aleni bir boyut kazanır ve halkın desteğini sağlayan burjuvazi (orta sınıf) monarşiye karşı sesini yükseltir. Başta, talepler Kral ve partizanları hariç herkes için cazip görünmektedir: Vergi indirimi, kralın yetkilerinin kısıtlanması, basın özgürlüğü vesaire…

Ve 14 Temmuz 1789, yer Bastille hapishanesinin önü, Paris

Bastille baskını, ihtilalin başlangıcını temsil eden sembolik bir olaydır aslında. Ama çoğu zaman ihtilalin kendisi bu baskından ibaretmiş gibi görülür. Oysa tarih Fransız Devriminin ancak Napoléon’la son bulduğunu söylemektedir (1804). Bastille’i özel kılan ise monarşi karşıtlarının “misafir edildiği”, halkın nazarında despot yönetimin sembolü haline gelmesidir.

Baskının başarısının hemen akabinde toplanan Kurucu Meclis Amerikan Devriminden kısmen arakladığı İnsan ve Yurttaş Hakları bildirisiyle ana hatları çizilen yeni bir anayasa ile Kralın yetkilerini halkın seçeceği bir parlamentoyla paylaşmasını öngörüyordu. Burjuvazinin amacı yönetimde biraz olsun söz sahibi olmaktı. Fransa’nın idaresinde Kral, soylular ve Kilise ile birlikte dördüncü ortak olmayı arzu ediyordu. Bu arzusuna ulaşmak için daha organize çalışmaya başlamıştı. 1790’da kurulan “club de Jacobin”, “club de Cordelier” ve “club des Feuillants” gibi kulüplerle yeni idari yapı içindeki yerini sağlamlaştırmayı hedefliyordu. Bu kulüplerden özellikle ilk ikisinin kuruluş ve toplantı mekânları ilgi çekicidir.

Club de Jacobin’in kuruluş yeri ve merkezi Couvent de Jacobin’dir (yani Jakoben Manastırı). Kulüp, bir Dominiken manastırı olan bu mekânda kurulmuş ve politikalarına bu “kutsal” mekândan yön vermiştir. Diğeri ise bir Françeskan manastırı olan Cordelier’de kurulmuştur.

Vatikan’la arası pek de iyi olmayan Fransa Kilisesi ve onun kralına karşı gerçekleştirilen devrimde Roma kökenli bu iki aşırı katolik tarikatın rolü hep tartışılagelmiştir. Devrimin meşhur simalarından Danton, Marat, Desmoulins (Club de Cordelier) ve Robespierre (Club de Jacobin) bu kulüplerin üyeleridir.  Bir yıl sonra, 1790’da Bastille baskınının yıldönümü “Fête de la Fédération” adıyla milli bir bayram olarak kutlanmış; üstelik 16. Louis’i de, yüz bin Parislinin toplandığı bayram alanına onur kırıcı bir şekilde zorla getirilmiştir.

İstiklal mahkemesi

Bu sırada göz önünde bulunsun diye kral Versailles Sarayı’ndan Paris’teki Palais des Tuileries’e yerleştirilir. Ancak isyan sonrası yurtdışına kaçmış olan Fransız soyluları ve Avrupalı “meslektaşlarıyla” devrim aleyhine işbirliği yaptığı dedikodusu hem kendisini hem de karısını giyotine götürecek yolda “Tribunal révolutionnaire” (tamı tamına ‘istiklal mahkemesi’ demek) önüne çıkarmıştır. Tarih 1793, “vatana ihanetten” suçlu bulunan 16. Louis ve Marie Antoinette dönemin en modern aletine başlarını verirler (Bastille baskınından 4 yıl sonra). Bugünkü Concorde meydanında, Seine nehri kenarında Champs-Elysées caddesinin başladığı alanda.

Giyotin; milli jilet!

Hakkında ilk olarak XII-XIII. yüzyılda kullanıldığına dair dedikodular bulunan giyotin, iple asarak idam etmenin yerine daha “insani” bir çözüm olarak aslen bir doktor olan Joseph Ignace Guillotin tarafından 1789’daki Devrim Meclisine önerilmiştir. Parislilerin günlük hayatında iyiden iyiye yer eden giyotin çok sevilmiş olacak ki giyotin seansları el ilanları ile halka duyurulan ve çoluk çocukla ailecek seyredilen gösterilere dönüşür kısa sürede. Üstelik giyotine halk tarafından takılan lakaplar da onlarcadır, ama içlerinden en meşhuru “resoir national”, yani milli jilet! Devrimin “kendi çocuklarını yemeye” başladığı dönemde Robespierre ve Danton da boyunlarını bu milli jiletten kurtaramayacaktır.

Avrupa’yla açılan ara

Marie Antoinette’in idamı kocasının idamından daha çok ses getirir dönemin Avrupa’sında. “Devrimin ilk suçu kralı öldürmek, ama daha korkuncu kraliçeyi öldürmektir” diyen ünlü Fransız yazar Chateaubriand’a Napoléon da, “kraliçeyi öldürmek kralı öldürmekten daha büyük bir suçtur” diyerek eşlik edecektir. Ancak hadisenin monarşi Avrupa’sındaki teamüllere uymamasının yanında diğer bir gerçek ise kraliçenin Habsburg kralı II. Léopold’un kız kardeşi olmasıdır. Yani Fransa için Avusturya ve Prusya ile savaş kapıdadır. Zaten az sonra Avrupa, içinden Napoléon’u “eşsiz” bir lider olarak çıkaracak devrim savaşları karmaşasında bulur kendini.

İçteki sorunlar

Cumhuriyet uğruna bütün Avrupa’ya “kafa tutan” Fransa içerde de pek rahat değildir aslında. Daha ziyade Paris halkının desteğiyle gerçekleştirilen devrim Fransa coğrafyasının geri kalanından beklenen desteği görmemektedir. Kendilerini Kilise ve onun kanalıyla krala bağlı hisseden, üstelik farklı etnik kimliklere sahip halklar için Paris’in herhangi bir özelliği bulunmamaktadır. Üstüne bir de rahiplerin devlet memuru statüsüne sokulup, yeterli cemaati bulunmayan kesimin din adamı vasfının düşürülmesini (yaklaşık yüz bin rahibin açıkta kalacağı anlamına geliyor) öngören yasanın kabulü kırsalda bardağı taşıran son damla olur.

Dağlılar

Bununla birlikte devrime girişilirken köylülerin haklarına dair verilen sözlerden hiç biri yerine getirilmemiş, Avrupa’yla girişilen savaşların faturası yine köylülere kesilmeye başlanmıştı. Fansız tarihine Konvensiyon dönemi (1792-1795) olarak geçecek olan bu süre haklı şöhretini meclisteki “Montagnards”ların başı çektiği “Terör dönemine” borçludur. Montagnards, dağlı karşıtı anlamında “dağlı” demektir, çoğunluğu Jakobenler ve Cordelier gurubundaki Paris bölgesi -hiç dağ olmayan bölge- vekillerinden oluştuğu için bu isimle anılır. Dağın ötesi, yani İtalya -Vatikan- karşıtı anlamı da verilir zaman zaman.

Donsuzlar

“Terreur Blanc” (devlet eliyle uygulanan yasal terör) olarak isimlendirilen bu süre zarfında cumhuriyet karşıtı guruplar şiddet uygulanarak bastırılmıştır. Vendée savaşlarını saymazsak en meşhuru tarihe “Massacres de Septembre” (Eylül katliamları) olarak geçen katliamlardır. Devrimin önde gelen figürlerinden Marat’ın önderliğinde 1792 Eylülünde Paris başta olmak üzere cumhuriyetçilerin kontrolünde olan birçok şehirde “kralcı” olmakla suçlanan, hapishanelerdeki mahkûmlar dâhil yüzlerce kişi katledilmiş, Kilise arazisi yağmalanmıştır. Bu katliamlarda ön planda bulunan silahlı güç ise Jakobenlerin de sırtını dayadığı “Sans culotte” (“donsuzlar” anlamında, askeri üniformaları olmadığı için) ismiyle maruf Paris halkından derlenmiş silahlı birliklerdir.

Fransa’nın soykırımı?

“Cumhuriyetçilerin kontrolünde” ifadesini kullandım, zira genç cumhuriyet “Fransız halkı” (bu tabir de o dönemde henüz yerleşmiş değildi) nezdinde henüz meşrutiyet sorunu yaşıyordu.  Ve bu sorun kendini Vendée ve Breton bölgesinde (Paris’in batısı, Atlas okyanusu kıyısı, haritadan bakınız), sloganı “Tanrı ve Kralı için” olan “Kralın Katolik Ordusu” adında bir isyan ordusu olarak gösterdi. Böylece ilki 1793-96 yılları arasında gerçekleşen, sonuncusu ise 1832’de patlak veren beş Vendée savaşının birincisi başlamış oldu. İlk Vendée savaşını kazanan cumhuriyet ordularının gerçekleştirmiş olduğu katliamlar bölge halkı tarafından günümüzde dahi “soykırım” olarak anılmaktadır.

Devrim üzerine kaleme alınan birçok eserde yaşananların soykırım olup olmadığı tartışılmaktadır. Zira Vendée savaşlarının anlatıldığı tarih kitaplarında “Noyades de Nastes” (Nastes’daki suda boğma olayları) başlığı ciddi bir yer işgal eder.

Cumhuriyet evlilikleri

Dâhiyane (!) bir fikir olarak, “suçluların” kurşun harcanarak öldürülmesi yerine Loire nehrinde boğularak öldürülmesine karar verilmiştir.  Hatta öldürülenlerin ekserisinin din adamlarından oluştuğu bir süreçte bu uygulamaya “Mariage républicain” (cumhuriyet evliliği) adı verilir: Rahip ve rahibeler halkın önünde çırılçıplak soyundurulduktan sonra sırt sırta birbirlerine bağlanırlar ve Loire nehrine batırılırlar. Din adamlarının evlenmeme yeminine atıfla da dönemin bölge yöneticisi Jean-Baptiste Carrier sıra dışı yöntemine bu ismi uygun görmüştür. Zaman zaman “la déportation verticale” (dikey sürgün) dediği de olmuştur. Resmi rakamlar yaklaşık 5000 kişinin Loire nehrinin derinliklerinde son bulan bu “sürgünde” can verdiğini bildirir. Nantes’lılara göre bu rakam elbette gerçeğin sadece bir kısmıdır.

Dersim’den Tunceli’ye, oradan Lyon’a

Kralı hemen unutamayan şehirlerin arasında Lyon da yerini alır. Robespierre’in partizanı bir Jakobeni (Chalier) yönetici olarak kabul etmeyip giyotinde idam eden Lyon iki ay boyunca kuşatılır. Kuşatma sonunda teslim olan şehre verilen ceza ilginçtir: Kral taraftarı isyancılar giyotine gönderilirler, ki bu tamamen öngörülen bir cezadır. Öngörülemeyen ise Lyon artık Lyon değildir. Şehir, cumhuriyete karşı savaşmış olmanın cezası olarak ismini kaybeder (bu ceza bize tanıdık gelebilir). Yeni ismi “özgürleştirilmiş şehir”dir (ville-affranchie) artık. Üstelik şehrin surlarının tamamen yıkılmasına karar verilir. Surlar yıkılır. Bununlar beraber fakir halkın yaşadığı evlerin dışında monarşiyi anımsatacak bütün yapıların yıkılması da ceza tahtasındaki listede yerini alır. Tespit edilen 600 kadar yapıdan 50-60 tanesi yıkıldıktan sonra uygulama durdurulur. Şehir halkının günümüzde dahi Paris’e karşı beslediği negatif duyguların ardında ihtilal yıllarında yaşanan bu tatsız anılar vardır. Benzer bir ceza Marsilya için de uygulanmış ve şehrin ismi “La Ville-sans-nom” (isimsiz şehir) olarak değiştirilmiştir.

Yıl: 218, Ay: Brumaire, Gün: Faisan

Bu sırada takvim yapraklarında yıl I’i, ay Vendémiaire’i göstermektedir. Neden mi? Çünkü Fransa artık “cumhuriyet takvimi” kullanmaya başlamıştır. 1805’e kadar kullanılan bu takvimde ilk ay Vendémiaire’dir ve 22 Eylül-21 Ekim tarihlerine denk gelir. Her aya yeni bir isim verilmekle kalınmamış, her günün özel bir ismi de olmuştur. Üstelik oldukça “lezzetli” isimler tercih edilmiştir: üzüm, safran, havuç, elma, erik, vesaire… 360 farklı isim. Bütün aylar 30’ar gün sayıldığı için her yıl fazla çıkan 5 gün için yeni isimler de üretilmiştir.  Bugünün tarihi ise yıl: 218, ay: Brumaire, gün: Faisan (sülün anlamında; Brumaire’ın 25. günü).

Fransa Fransız mıdır?

Cumhuriyet karşıtı isyanlar ve savaşlar bunlarla sınırlı değildir şüphesiz. Krala bağlı birden çok etnik guruptan kralsız ve kilisesiz bir ulus ortaya koyma çabası Fransa’yı kaçınılmaz iç savaşların ve isyanların ortasında bırakmıştır. Tarihçiler, uygulanan şiddeti ise “genç cumhuriyetin” kendini koruma refleksi olarak açıklama eğilimindedirler. Bretonlar, Normanlar, Alzaslar, Lyoneler, Katalanlar, Vendeler, Girondinler, Baskliler, Comptoislar, Savualar ve diğerleri… Huzurlarınızda hepsinin toplamı Fransa Cumhuriyeti ve onun Fransız Yurttaşları!

Bu da Fransız Devrimi’nin pek de epik olmayan diğer yüzüydü…

(Fatih Yetim / Lyon)