AVRUPALI GENÇLER NEDEN IŞİD’E KATILIYOR?

Geçen hafta, Fransa’nın Lyon kentindeydim. Bu seyahatimde Lumière (Lyon 2) Üniversitesi’nde, “Fransa’da Laiklik ve Köktendincilik” başlıklı bir atölye çalışmasına katılma fırsatım oldu. Tarih bölümünün düzenlediği serinin ilki olan oturum, “İslami kavramların siyasi manipülasyonu” üzerineydi.

Bugün ve gelecek hafta, bu çalışmanın ana konuşmacısı olan Dr. Cyrille Aillet’in sunumundaki temel fikirleri özetlemeye çalışacağım. Aillet’e göre İslamcılık ile radikal İslam’ın tarihi, ve Avrupa’daki gençlerin radikal İslam’a yöneliminin nedenleri şu şekilde:

Yirminci yüzyıla kadar Batı literatüründe müslüman ve İslamcı kelimeleri eş anlamlı kullanıldı. Daha sonra “İslamcılık” din adına devleti, toplumu, siyaseti, yasaları kontrol altına alma girişimi olarak tanımlandı. Bu ideal, araç olarak “güç” kullanmayı da meşru görüyor; böylece İslamcılıktan cihatçılığa giden yol aralandı.

Müslüman düşünürler, İslam toplumunun içinde bulunduğu sorunları restore etmeyi tartışırken “kaynaklara” dönme çağrısı karşılık buldu; yani “Selefilik”.

Bu kavram “devrimci” ve “apolitik” olarak iki farklı yorumla ortaya çıktı. Seyyid Kutub’un ideologluğunu üstlendiği devrimci Selefilik, kendine rakip/düşman olarak Batı’yı ve Batı işbirlikçisi hükümetleri seçti.

Yerelde girişilecek bir devrimin başarılı olması için, müslüman ülkelerdeki mevcut hükümetleri destekleyen Batı’nın da hedef alınması kaçınılmaz hâle geldi. Bu yaklaşım “cihatçılığın” küresel bir alan bulmasına zemin hazırladı.

Üstelik cihat, Ortaçağ manasında kullanılıyordu. Bu bağlamda savaş yasaları doğal hukukun yerini alıyordu. Üstelik Ortaçağ yorumu cihadı bütün müslümanlar için bir zorunluluk olarak sundu.

Yine de köktendincilik ve şiddet arasında her zaman doğrudan bir ilişkiden söz etmek mümkün değil.

İslamcılığın Ortaçağ cihat yorumuna sahip versiyonu, “asıl İslam” olarak Huntington tarafından ileri sürüldü. İslamcılar Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezini kabul ederek bu kavram üzerinden tanımlanmaya herhangi bir itiraz getirmedi.

Seyyid Kutub’un “cihadı” tanımladığı dönemde, üç olay bu kavramın fiziki cihat olarak küresel bir fenomene dönüşmesine yol açtı: Afganistan’ın SSCB tarafından işgali, 1979 Kâbe baskını, ve İran İslam devrimi.

Aynı dönemde şehitlik kavramını yücelten ciddi bir propaganda sürecine girildi. Amaç, uluslararası bir destek sağlanmasıydı.

Uluslararası cihat, Afganistan savaşının ardından El Kaide’yi doğurdu. Bu zihniyete sahip tüm radikal örgütler “Mesihi/ Apokaliptik” bir teorik duruşa sahiptir.

IŞİD’i diğer radikal cihatçı örgütlerden ayıran özellik ise “somut toprak talebi” ile ortaya çıkmış olması. Bu, savaşılan hedefin daha somut olduğu anlamına geliyor; üstelik daha önceki süreçte yüceltilen “şehitlik” kavramına bu kez “hicret” de eklendi. Ve Batılı müslüman gençleri cezbedecek bir propaganda yürütüldü.

Onlara İslam’ın kaynaklarına dönmüş, yani dini 7. yüzyıldaki yorumuyla yaşayan bir toplum vaat edildi. Böylece tıpkı Asrı Saadet’te olduğu gibi müslümanlar yine üstün gelecekti. Aynı dönem kıyametten önce bir kez daha yaşanacaktı (“apokaliptik” duruş).

IŞİD bu propagandasına güç katacak şekilde liderini halife ilan etti, üstelik adını da ilk halife Hz. Ebu Bekir’in adı ile değiştirdi. Ebu Bekir El Bağdadi’nin künyesinin tamamına bakılırsa “Kureyşi” ifadesi de dikkat çekiyor. Militanların tercih ettiği siyah kıyafetler ise Abbasi savaşçıların kıyafetlerini temsil ediyor.

Her pratiğe 7. yüzyıldan bir örnek getiriliyor: Musul müzesinin yağmalanması, Kâbe’deki putların kırılmasına; Yezidilerin katli, Mekkeli müşriklerin ya da İranlı ateşperestlerin öldürülmesine eş tutuluyor.

Batılı gençler, IŞİD’i kıyametten önce Asrı Saadet’i yaşatacak ideoloji olarak görüyor ve “cihat” için “İslam topraklarına” “hicret” ediyorlar…

Not: Programa katılmama vesile olup gün boyu tercümanlık desteğini esirgemeyen sevgili dostum Fatih Yetim’e teşekkür ediyorum.

BATI’NIN BİR DE AHLAKINI DENEYELİM

Bir Kuzey Avrupa ülkesinde, bir arkadaşımın evindeki tadilat sürerken komşulardan birinin ihbarıyla polisin baskın yapması ânında yaşadığımız şaşkınlığı hiç unutmam.

İşçiler hâllerinden hiç şikâyet etmedikleri ve gayet yüksek olan resmî bir ücret aldıkları hâlde komşuyu rahatsız eden, polisin de gelip ceza kesmesine neden olan sorun, işçiler için hazırlanan çalışma şartlarının ‘ideal standartlara’ uymamasıydı.

İşçinin ‘sağlık ve güvenliğini’ mümkün olan en yüksek seviyede garanti altına almak, muhtemel her türlü mağduriyetinin önüne geçmek, başta işverenin, sonra da devletin ahlaki ve resmî sorumluluğu idi. Böyle bir duruma şahit olanların yetkilileri haberdar etmesi ise onların sorumluluğunun gereğiydi ve ilginçtir, sözkonusu şikâyetlerden kimse de rahatsızlık duymuyordu; çünkü haklılardı!

Avrupa’nın gelişmişliğinden ve Avrupalıların güzel özelliklerinden söz açıldığı zamanlarda bazılarımızda ortaya çıkan bir refleks vardır. Batılılara ya da Hıristiyan dünyasına yapılan bu övgüyü hazmedemez, mevcut başarının arkasındaki sırrı anlama çabasına girmek istemez ve topu hemen ‘tarih’e atarlar.

Avrupa dediğimiz kıtada daha birkaç yüzyıl önce kadınlar insan yerine bile konmuyordur, onlar tuvaleti bile bizden öğrenmişlerdir, medeniyetten daha çok yakın zamanda haberdar olmuşlardır. Bunların delili olarak da şapka, parfüm, yüksek topuklu ayakkabı gibi araçların başlangıçta neden üretilmiş olduklarının araştırılması yeterli olacaktır!

Avrupa ülkelerinin olağanüstü güzellikteki şehirlerini, köylü- şehirli, fakir- zengin ayrımı gözetmeden bütün vatandaşların rahat ve mutluluğunu hedefleyen şehir planlamalarını, estetikle fonksiyonu iyi harmanlayabilmiş mimari incelikleri gördükleri zaman da akıllarına gelen ‘savunma’ tekniği, sömürge politikalarından ve o yolla edinilen haksız gelirlerden bahsetmektir.

Sömürgesi olmamasına rağmen çok ileri düzeyde olan ülkelerden bahsetmenize, iyi bir estetik anlayışına ve insana gerçekten değer veren yönetim anlayışlarına sahip olmanın para ile pek de doğrudan bir ilişkisinin olmadığını söylemenize gerek olmadığını sonradan anlarsınız.

Derhal savunmaya girerler, çünkü Avrupa ya da Hıristiyan dünyasının iyiliklerinden bahsetmek, kendi milletimizin ve medeniyetimizin kötü olduğu düşüncesini ima etmektedir onlara göre!

Sorunlu bir ahlak anlayışının eseri olarak Batı’yı ahlak üzerinden vurmaya çalışmak ise başlı başına bir fecaattir. Ahlak denince iş ahlakını, bilim etiğini, siyaset ve yöneticilik ahlakını, hazmedilmiş eşitlik anlayışını vs. değil de sadece cinselliği ve kadınların giyim- kuşamını hatırlayanlar için Avrupa bir şer ve ahlaksızlık yuvasıdır zaten.

Bu durumda “Batı’nın ilim ve sanatını” almak, “ahlaksızlıklarına” hiç bulaşmamak gerekmektedir!

Gelişmişliği ve geri kalmışlığı gayet rasyonel neden- sonuç ilişkileriyle değil de ispatlanması çok zor bulanık ‘gerekçelerle’ açıklamak, en büyük kaçamağımızdır bizim. Gerilerde olan ahlak ve yönetim anlayışımızı “dış mihraklara” ve “içimizdeki hainlere” bağlamak, gerektiğinde hesap vermek ya da sormak yerine “kader”e bir can simidi gibi yapışmak; başkalarının gelişmişliğini de sadece siyasi kurnazlıkları ve sömürü politikalarıyla açıklamak inanılmaz bir konfor getirir bize.

Çünkü bu durumda ortaya, kafamızı yormamızı ve çok çalışmamızı gerektiren bir sonuç çıkmaz. Her şey siyasallaşır, siyasi malzeme hâline gelir, mesnetsiz politika tartışmalarıyla ‘çözümlere’ ulaşılır, kuş gibi bir rahatlama hissiyle masalardan kalkılır.

Artık ne sorumsuzluklar sonucu kaybedilen canların hesabı kalır ortada, ne ahlak anlayışımızın sorgulanması, ne de en azından bundan sonrası için alınacak köklü rasyonel tedbirler ve kararlar…

Bir fasit dairedir, döner gider.