AKP iktidarının son yıllardaki söylemleri, icraatları ve kamuoyuna sunduğu bazı projeleri, manzarayı seyredenlerde büyük bir kafa karışıklığına neden oluyor.
AKP siyasal İslamcı bir parti mi, yoksa gayet faşist ya da devletçi bir parti mi? Kurulduğu günden beri, hatta kurucularının geldiği yer olan Refah Partisi döneminden bu yana çeşitli değişimlerden geçti mi, yoksa hep aynı idi de hiç kimse fark etmedi mi?
Bir tarafta, AKP’nin aslında baştan beri zaten siyasal İslamcı olduğunu, “Milli Görüş gömleğini çıkarmak” söyleminin dönemin şartları içinde sergilenen siyasi bir pragmatizmden veya “takiyye”den başka bir şey olmadığını söyleyenler var.
Diğer tarafta ise, İslamcılık ile hiçbir ilişkisinin olamayacağını, İslamcı bir hükümetin dış, iç ve ekonomi politikalarının tanık olduğumuz söylem ve icraatlardan çok daha farklı olması gerektiğini, bunun olsa olsa yeni bir sağcılık- devletçilik türü olarak tanımlanabileceğini savunanlar var.
Ben, gerçekte olanın bu iki seçeneği de kapsadığını düşünüyorum.
İkisinin birarada olması bir çelişki içermeden nasıl mümkün olacak peki? İnanç ile eylem arasındaki fark ve çelişki ortaya çıkarılarak.
Şöyle ki;
Bilindiği gibi, İslam’da mezhepler genellikle iki ayrı kategoride incelenir: “İtikadi” mezhepler ve “amelî” mezhepler.
Birinci gruptakiler, daha çok inanç ve felsefe konularını ele alıp tartışırlar; hilafet, büyük günahlar, kader, Allah’ın sıfatları, rızık, ecel, şefaat gibi konular üzerindeki fikir ayrılıklarıyla şekillenirler.
İkinci gruptakiler ise eylemler ve ibadetlerle ilgili hükümler gibi daha somut konuları ele alırlar. İçtihat metodolojisi, nasların yorumlanması, hadislerin sıhhatleri gibi hususlardaki ihtilaflarla ortaya çıkarlar.
Mezhepleri reddetmeyen hemen her müslüman, Sünni ya da değil, bu durumda iki mezhebe tabidir; Türkiye’deki Türklerin itikatta Maturidi, amelde Hanefi olması, ya da Kürtlerin çoğunun itikatta Eş’ari, amelde Şafii olması gibi…
Bu tanımlama ve ifade kalıbını siyasi iktidarın ve oluşturmaya çalıştıkları yeni orta sınıfın din ile ilişkisini değerlendirmek için kullanacak olursak, “itikatta dindar, amelde kapitalist” olduklarını söyleyebiliriz diye düşünüyorum.
Her ne kadar söylemlerinde İslami ve İslamcı tonlar oldukça hâkim olsa da, eylem ya da icraatlarında kapitalizmin hırs dolu, acımasız, keskin rekabetçi, son derece dünyevi ve materyalist izleri bir hayli belirgin.
Artık fazlasıyla duymaya başladığımız İslamcı tona rağmen, İslami bir toplumun temeli olan adalet, eşitlik, hukuka riayet, özgür düşünce gibi prensiplerden ümidimizi neredeyse kesmek üzereyiz.
Ahlak denince sadece kadınlar ve cinselliğin, söz ekonomiye gelince yalnızca faiz yasağının, işçi hakları konuşulduğunda sadece “alın teri kurumadan” verilen ücretin, dinî eğitim tartışıldığında ancak felsefesi olmayan bir bilgi birikiminin ezberletilmesinin akla geldiği; İslam’ın siyaset ve ahlak felsefesinin tespitinin dahi yapılmadığı bir toplumsal iklimde yaşıyoruz.
Böyle kurak bir iklimde ise, İslami kavram ve söylemler her geçen gün içleri daha da fazla boşaltılarak kullanılsa da; eski kapitalist sistemin daha da kuvvetlenerek devam ediyor olmasına, ve siyasetin merkezine yalnızca kapitalizmin ilkelerinin ve amansız bir güç mücadelesinin yerleştirilmesine şaşırmamak gerekiyor.
Tabii bu umarsız tutarsızlıklar arasında olan dine, dindarlığa, dinin imaj ve itibarına oluyor…
(Bu yazı, 11.12.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)