(Ahmet Turan Alkan, Üç Noktanın Söylediği, Ötüken, s. 141-6)
Rahmetli halam –piyano çalmak bir yana- , ömründe piyano görmemişti. Yunus Emre’den başka şair tanımamış, Kur’an-ı Kerim ve Evrâd-ı Bahaiyye’den başka kitabı iki gün üst üste eline almamış, “Kâbe’nin yolları” kabilinden ilâhilerden gayri musiki teganni etmemiş ve kocasına karşı asla sesini yükseltmemişti. Sokağa çıktığında giydiği koyu vişne çürüğü döğme ipekli çarşafı en az kırk sene kullanmış, sonra da yorgan üzerine döşemişti. Sinemayı hiç tanımamış, nadiren eline geçen gazete sayfalarını mutfak raflarına sermek için kullanmış, hayatında bir gün olsun “ne olacak bu memleketin hali” diye tasalanmamıştı. Gençliğinde kırmızı krepon kağıtları ıslatarak allık niyetine yanaklarına sürdüğünü anlatmıştı bir gün; ve ara sıra zaten kudretten sürmeli gözlerine “sünnettir” kavliyle Kâbe sürmesi çeker ve o anlarda olağanüstü güzelleşirdi.
Ömrü boyunca beş vakte kattığı “teheccüd”lerde, “işrak”larda, “kuşluk”larda, “duha”larda ve “salât-ı evvâbin”lerde döktüğü gözyaşları –moda tabirle- asla hayata geçmedi: Halam Kâbe yollarına yüz süremeden öldü.
Hiç çocuğu olmadı.
Roman ki ifşâdır elbette…
Romancılarımız yıllar boyunca bize, Meşrutiyet devrinin Art Nuveau stili konaklarında mukim, alafranga temayüllerle meşbû paşa hanımlarından başlayıp, “uzun soluklu” bunalımlar içinde bunaldıkça bunalan feministlere kadar uzanan geniş yelpaze içinde Türk kadınından prototip örnekler sundular. Devlet Ana’dan Huzur’a, Yılanların Öcü’nden Sinekli Bakkal’a, Or’da Kimse Var mı dizisinden Fatih Harbiye’ye, Dersaadet’te Sabah Ezanları’ndan Hıçkırık’a kadar onca kurgulanmış hayat içinde iyi tasvir edilmiş kadınlar vardı. Hepsi de roman içinde yüklendikleri göreve uygun olarak derinliğine tahlil edilmiş ve ön plana çıkarılmışlardı. Şimdi yıllar sonra Türk romanlarında boy gösteren kadın portrelerine göz gezdirirken, kendimce çok mühim bulduğum bir eksikliğin farkına varıyorum: Annelerimiz, ninelerimiz, teyzelerimiz orada yoklar. Belki roman tekniğinin dayattığı bir ihmal: Mâlum ya, her sanat eseri gibi roman da tasannu’ eseridir. Hayatın kendisi değildir. Ayrıntılar, önemli-önemsiz tasnifine tabi tutulmaksızın hayatın içinde yer alırlar ama sanatkâr, olanların büyük kısmını ihmal etmek, çok küçük bir cüzünü ise abartmak zorundadır. Bu zaruri seçim esnasında, farzımuhal sevgili halacığımın kaale alınmayacak kadar etkisiz görünen elemanlardan sayılması beni hüzünlendirdi.
Edebî geleneğimizin burjuva icadı romandan ziyade, şark usûlü tahkiyeye dayanmasından mıdır; halam ve benzerleri Türk romanlarında kendilerine doğru-dürüst bir yer bulamamışlardır? Onların romancıya malzeme teşkil edebilecek dramları (yerli tabirle “hicranları”) mı eksikti? Yoksa gündelik hayata bir cismin gölgesi kadar dahi olsun müdahale etmekten çektirilmiş, silik ve bastırılmış hayalî şahsiyetler mi idiler?
Cemil Meriç, “Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir mânevi iklim, daha geveze bir toplum” tesbitinde haklı. Halalarımızın nesli, “âlâmını kalbinde tutup kimseye açma/ zirâ elemin zikri de başka elemdir” düstûrunca davranmayı ahlak edinmiş bir insan topluluğuydu. Elemin zikri yeni elemler tevlid ediyorsa onu bayrak gibi sallayarak gevezelik etmenin ne âlemi vardı?
Onlar, evlatlarının, torunlarının ve yeğenlerinin ancak batılı bir atmosfer içinde yaşayabildiğini fark edip, neslen münkariz hale gelinceye değin ihtiyar edilmiş bir şâhâne sükûtu sürdüren son Osmanlı kadınları idiler (Buracıkta çaçaronluğu, dilbazlığı ve saldırganlığı “Osmanlı kadını” imajıyla aynileştiren bir kapsamı murad etmediğim bilinmelidir). Bizim tam anlayamadığımız farklı boyutların insanlarıydılar. Türk romanı, istese de onları ihatâ edemezdi.
Roman dünyasına uzak kalan bu nesil, elbette ilim adamlarının dikkatini de çekmeyecektir; neyse ki sanat, “olan”ı biteviye düzlemiyle aktarıp kendini tahdit etmemiştir; o “olması gereken”i de didikleyerek hayatı güzelleştirir. Onlar, kayıtlara geçmeyen bir münkariz nesildir. Yazılı vesikalar (tarih ve edebiyat yazıcıları), onlar karşısında ne kadar ketumsa, onlar da kayda geçmek hususunda bir o kadar ilgisiz ve isteksiz kalmayı başarabilmişlerdi.
Onların hikâyesi, bizim gibi geveze ve alafrangalaşmış nesillerin kulağına kadar düşmediği için roman düzleminin uzağında, dışında ve üstünde kalmıştır; eskazâ böyle bir roman yazılsa bile büyük ihtimal biz onda bir lezzet bulamaz ve batılı dikkatlerimizin kolaylıkla takılabileceği başka objeler arardık.
Mahrem sevgisizliklerin yazılmamış romanları
Şüphesiz onlar da âşık olurlar, erkeklerini hiçbir zaman söze dökülmeyen kelimelerle severler ya da sevgisizliklerini mahrem bir hastalık gibi yüreklerinin kuytuluklarında bir ömür boyu gizlerlerdi. Her hayatta bir nehir romanı sürükleyecek kadar trajik örgüler yumağıyla sarmaş-dolaş yaşamalarına rağmen fıtrî –yani öğretilmemiş- bir insiyakle kendilerini ifade etmeyi reddettiler ve sırf bu yüzden ne kadar kahraman oldukları hiç bilinmedi. Bu memleketin çehresini görünmeyen çizgilerle inşâ ederken, gün gelip hikâyesiz kalacaklarını düşünmediler bile. Eğer bu yazı, anneler gününde çiğneye çiğneye çürütülmüş beylik ifadelerin tuzağına düşerse, biliniz ki bunun tek sebebi, onların kendilerini ifade etmekte gösterdikleri o muhteşem mahviyetkârlıktır.
Ne kadar saf bakışları vardı, hatırlıyor musunuz? Gözlerinde, mahrem sevgisizliklerden gayrı ruhun bütün cidarını görmek mümkündü ve kalpleri ne kadar temiz, ne kadar berraktı. Bir kadının bütün dünyasını, evinin -bugünkü ölçülere göre hayli sefil kalan- duvarları arasında kurması, doğrusu anlaşılacak gibi değildir.
Modern zaman telakkileri ile “uzun soluklu bunalım”larda hafakanlar geçiren yeni feminist nesli anlıyorum; bu tablodan hiç de hazetmeyeceklerdir. Çocuk yaşlarında evlenip bir ömür boyunca serkeş, sarhoş, huysuz, vehimli, hastalıklı (ve belki çirkin) bir kocaya itaati, ibadetle bir tutup “bu benim kaderim” avuntusuyla vakf-ı ömür eyleyen o kadınların anlaşılmaz tahammül kudretlerine ben de isyan etmekten nefsimi alıkoyamıyorum. Hayatın baharında dullar zümresine iltihak edip, rahmetli kocasının ağzından ömür billah “seni seviyorum” sözünü bile işitmediği halde, “rahmetli”nin sevgi kırıntılarıyla düşürdüğü bir bakışını hafızasına berkitip, mezara kadar onunla mütesellî olan ruh hâletine ben de yabancıyım. Fukaralığın, şimdiki refah ölçüleriyle akıl almaz boyutlarda gezindiği yokluk ve kıtlık devirlerinde, kocası, evladı ve misafiri için zaten sefaletin son raddelerine dayanmış öğününü daraltmaya âmâde bir nefsi anlamak ne kadar zordur.
Sözüm meclis harici…
Peki, nedir bu: Yazar, gündelik hayatta yaşayan son örneklerini hayal-meyal seçebildiğimiz bir nesl-i münkarizden bahsederek, satır aralarında modern hanımların şuuraltlarına, “ beylerinize karşı mûti ve hürmetkâr olunuz; elinizde tencerelerle miting meydanlarına dökülüp ‘açız açız!’ diye bağırarak esasen üstün mevkiinizi zelîl kılmayınız; ‘uzun soluklu’ bunalımlara düşüp feminist retoriklerle maçoların sizi sarakaya almasına fırsat vermeyiniz, bilakis Enderûnî Vâsıf’ın pendi mûcibince, ‘tek dur küçükten evde oturmaklığa alış/ olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol’ ” demeğe mi getirmektedir?
Hâşâ ve kellâ! Yazar, “alçağa akar sular/ pây-ı hûma düş mest ol” beyti fehvasınca suların tersine akmayacağını bilmektedir. Bir aile reisinin evinde, kendini dünyanın en önemli adamı hissettiği, ayaklarına pirinç ibriklerle ılık sular dökülüp kenarı dantelli keten peşkirlerle kurulandığı devirlerden bir devr-i saadet, artık proleteryanın diktatoryası kadar saded harici ve muhal bir ihtimalden ibaret kalmıştır; “vâ esefâ”dır!
İşte aralarında annelerimizin, halalarımızın, ninelerimizin bulunduğu o son kuşağın öncüleri, Türkiye’nin sosyal tarihini, kendi ekseni etrafında birleştiren bir omurga vazifesi görerek tarihe veda ediyorlar. Onlar evlatlarını hiç anlayamayacak kadar bahtiyar gidiyorlar; biz, onları asla anlayamayacak kadar talihsiz kuşakların temsilcileriyiz. İki boyutlu bir evren, dört boyutun tedirgin, huzursuz, kalleş ve parçalanmış dünyasını terk ediyor.
Elde var ızdırap.
Hezar gıbta…
Günışığının, kırmızı sardunya topları ve pembe gülsuyu şişelerinin dokusundan sızarak güç bela loşluklar düşürebildiği sade odalarda eski zaman kadınları, sık ağızlı-gümüş zarflı fildişi taraklarda afif zamanların birbirine benzer saatlerini seyreltirlerdi.
Ve ne kadar güzeldiler.