Dune (Birinci Cilt)

DUNE serisinin ilk cildinde altını çizdiğim bazı satırlar:

“…yaşadığı evreni görmek isteyen insan, olayları oturtacağı bir ağa ihtiyaç duyar… bilincin nereye odaklanacağını seçmek, bu ağı biçimlendirir…”

“’Neden insanları bulmak için sınav yapıyorsunuz?’ diye sordu. ‘Sizi özgürleştirmek için.’ ‘Özgürleştirmek mi?’ ‘Bir zamanlar, insanlar düşünme işini makinelere devretmiş, böylece özgürleşmeyi umut etmişlerdi; ama bu, makinelere sahip başka insanların onları köleleştirmesine yol açtı sadece.’”

“Hayatın sırrının çözülecek bir problem değil, tecrübe edilecek bir gerçeklik olduğunu söyledi. Ben de Mentatlığın İlk Yasası’nı söyledim: ‘Bir süreç onu durdurarak anlaşılamaz. İdrak sürecin akışıyla birlikte gerçekleşmeli, ona katılmalı ve onunla birlikte akmalıdır.’ Bunu duyunca tatmin oldu sanki.”

“Zihin bedene emredince, beden itaat eder. Ama zihin kendi kendine emredince direnişle karşılaşır.”

“…insanları yönlendirmek, onları iradene boyun eğdirmek, insanlığı küçümsemeye yol açar. Her şeyi bayağılaştırır.”

“Bir insanın yaşayabileceği en korkunç aydınlanma anı, babasının da insan olduğunu; etiyle kemiğiyle insan olduğunu keşfettiği andır.”

“Arrakis’i elinde tutmak isteyen kişi, kendine olan saygısını yitirmesine yol açacak birtakım kararlar vermek zorunda kalabilir, dedi Dük. Pencereden dışarıyı, iniş alanının kenarındaki gönderden sarkan yeşilli siyahlı Atreides bayrağını gösterdi: Şu onurlu bayrak, bazı kötülüklerin simgesi haline gelebilir.”

“Yücelik geçici bir deneyimdir. Asla kalıcı değildir. Kısmen insanoğlunun efsane yaratmaya meyilli hayal gücüne dayanır. Yüceliği deneyimleyen kişi, nasıl bir efsanenin içinde olduğunu anlamalıdır. Kendisine hangi imajın verildiğini düşünmelidir. Alay etmesini de bilmelidir. Böylece rolünü inanmadan oynar. Alaycılık kendini rolüne fazla kaptırmasını önler. Bu nitelik olmazsa, yücelik insanı yok eder.”

“Etrafında gevezelik eden insanların yüzlerine bakarken, birden hepsinden tiksindi. Bu gördüğü yüzler, habis düşünceleri gizleyen ucuz maskelerdi; herkes içindeki derin sessizliği bastırmak için yüksek sesle konuşuyordu.”

“’Dış dünyadaki her şeyi görebilir ve mantığını kullanarak inceleyebilirsin,’ dedi Jessica. ‘Ama biz insanlar kişisel sorunlarla karşılaştığımızda, onları mantıklı bir şekilde ele almakta zorlanırız. Asıl sorunu görmezden gelip, suçu başka şeylerde ararız; içimizi asıl kemiren şeye gözlerimizi kaparız.’”

“Hoşnutsuzluk bilimi diye bir şey olmalıydı. İnsanlar ruhsal kaslarını geliştirmek için zor zamanlara ve sıkıntılara ihtiyaç duyar.”

“Arrakis bıçağın yolunu öğretir… Kusurlu olan ne varsa kesip atmayı ve ‘Artık kusursuz, çünkü burada bitiyor,’ demeyi öğretir.”

“Paul mektubu anımsarken, o an hissettiği sıkıntıyı tekrar yaşadı… Yeni edindiği yoğun zihinsel dikkatin dışında, tuhaf ve keskin bir şeydi bu. Babasının öldüğünü okumuştu ve bunun doğru olduğunu biliyordu; ama bu bilgi, zihninde depolanıp kullanılacak herhangi bir bilgiden farksız gelmişti. Babamı severdim, diye düşündü; bunun doğru olduğunu biliyordu. Yasını tutmalıyım. Bir şeyler hissetmeliyim. Ama hiçbir şey hissetmiyordu… tek düşündüğü şuydu: İşte bu önemli bir gerçek. Tüm gerçeklerden yalnızca biriydi. Bu arada Paul’ün zihni duyusal izlenimleri değerlendiriyor, hesaplar yapıyordu.”

“Arrakis’e bir Din Manipülatörü mü gelmiş?”

“Jessica’nın aklına T.K. İncili’nden cümleler geldi: “Elde etmenin de vakti vardır, yitirmenin de. Elde tutmanın da vakti vardır, bırakmanın da; sevginin de vakti vardır, nefretin de; savaşın da vakti vardır, barışın da.”

“Bir zehir… sinsi, kurnaz, panzehirsiz bir zehir; insanı ancak onu kullanmayı bırakınca öldürüyor. Arrakis’ten ayrılsak bile, onun bir parçasını hep içimizde taşıyacağız.”

“Sadece gözlerine güvenirsen, diğer duyuların zayıflar.”

“Nelerden tiksinirsiniz? Bir insanı gerçekten tanımak için bunlara bakmak gerekir.”

“’Bir şeyin yokluğu, varlığı kadar ölümcül olabilir,’ dedi Baron. ‘Mesela havanın yokluğu. Suyun yokluğu. Alışık olduğumuz herhangi bir şeyin yokluğu.’”

“T.K. İncili’nden bir cümleyi anımsadı: “Hangi duyulardan yoksunuz ki, etrafımızdaki bir başka dünyayı göremiyor ve duyamıyoruz?”

“Durmak, diye düşündü. Dinlenmek… gerçekten dinlenmek.”

“Mutluluğun durabilmek, bir anlığına da olsa durabilmek olduğunu fark etti. Durmanın mümkün olmadığı yerde mutluluk da olmazdı.”

“Biz Caladan’dan… türümüz için cennet olan bir dünyadan geldik. Caladan’da fiziksel ya da zihinsel bir cennet inşa etmeye gerek yoktu, orası zaten cennetti. Bedeliyse, insanların bu hayatta cennete sahip olmak için hep ödedikleri bedeldi… yumuşamış, körelmiştik.”

“Bir düşünce ifade edilse de edilmese de, varlığı gerçektir ve güç barındırır.”

“Jessica, İnsan zihni bulunduğu ortama nasıl da uyum sağlıyor, diye düşündü. Bir Bene Gesserit aksiyomunu anımsadı: Zihin baskı altındayken pozitif veya negatif yöne gidebilir: açılabilir veya kapanabilir. Zihni bir spektrum olarak düşünün; negatif ucunda bilinçsizlik, pozitif ucundaysa hiperbilinç vardır. Zihnin baskı altında hangi yöne gideceğini belirleyen başlıca faktör, kişinin aldığı eğitimdir.”

“Kitlelerimizin din ve hukuku bir ve aynı olmalı, dedi babası. İtaatsizlik günah sayılmalı, cezası dinsel olmalı. Böylece halk hem bize daha çok inanır, hem de daha cesur olur. Anlarsın ya, bizim için önemli olan bireylerin cesaretinden çok halkın cesareti.”

“Sonra, gezegen tarafından öldürülürken, bir şeyin farkına vardı: Babası ve diğer tüm bilim insanları yanılmıştı. Evrendeki en güçlü ve kalıcı ilkeler, tesadüfler ve hatalardı.”

“Yanıtı buldu… ölümle yüzleşen her canlı gibi o da çocuk yapmak yoluyla ölümsüzlüğe ulaşmak istemiş, bu güçlü dürtüye boyun eğmişti. Türlerinin üreme içgüdüsü her ikisine de galip gelmişti.”

“Lider, güruhla halk arasındaki farkı belirleyen şeylerden biridir. Bireylerin sayısı ona bağlıdır. Bireylerin sayısı fazla azalırsa, halk güruha dönüşür.”

“Burada geleceği herhangi bir şeyin belirleyebileceğini kavradı. Bir izleyicinin öksürmesi, dikkat dağıtacak bir şey. Bir korkürenin ışığının azalması veya güçlenmesi, aldatıcı bir gölge hareketi.”

“Oğlunun ihtiyaç duyduğu şeylerden biri de buydu işte: Hedefi olan bir halk. Böyle insanları coşturmak, fanatikleştirmek kolay olurdu. Bir kılıca dönüştürülebilir, Paul’ün düklüğünü kurtarıp ona geri verebilirlerdi.”

“Hayatın etrafından akıp gittiğini hissediyor, ama onu dizginleyemiyordu.”

“İlerleme fikri, bizi geleceğin dehşetinden koruyan bir koruma mekanizmasıdır.”

“Feyd-Rautha, İşte yine aynı şeyi yapıyor, diye düşündü. Sanki hakaret ediyor, ama karşı çıkılacak bir şey söylemiyor.”

“Kont, ‘Suçluluk duygusu başarısızlık hissiyle başlar, biliyorsun,’ diye anımsattı.”

“Artık öyle bir hayat tarzıyla kuşatılmıştı ki, onu anlamak için bir fikir ve değerler sistemini kayıtsız şartsız kabullenmesi gerekiyordu.”

“Bu aynı anda iki kişi olmak gibiydi. Telepati değil, paylaşılan bir farkındalıktı.”

“İnsan bilinçaltının derinliklerinde, anlamlı ve mantığa uygun bir evrene duyulan ihtiyaç yatar. Ama gerçek evren, mantığın hep bir adım ötesindedir.”

“Belki de Baron’a bu yeni dinin serpilmesine göz yummasını söylememeliydim… sırf pan ve graben halkına yayılsa bile, diye düşündü. Ama zulmün dinlerin serpilmesini kolaylaştırdığı bilinen bir gerçektir.”

“Her şeyde bir düzen vardır. Evrenimizin parçası olan bu düzen simetri, zarafet ve güzelliğe –gerçek bir sanatçının eserlerinde mutlaka var olan niteliklere– sahiptir. Bunu mevsimlerde görebilirsiniz; bir uçurumun kenarında rüzgârla sürüklenen kumda, katranruhu çalısının öbekleşmiş dallarında veya yapraklarındaki çizgilerde görebilirsiniz. Biz bu düzeni hayatlarımız ve toplumumuzda kopyalamaya çalışır, onun ritimlerini, danslarını, huzur verici şekillerini ararız. Ama mutlak kusursuzluğu bulmak tehlikeli olabilir. Mutlak düzenin sabit olması gerektiği barizdir. Böyle bir kusursuzlukta, her şey ölüme doğru gider.”

“Yine de etrafında kimse olmadığını hissediyordu. Yoksa ruhu başka bir dünyaya, Fremenlerin onun gerçek varlığının bulunduğuna inandığı dünyaya… Âlemü’l-Misâl’e, suretler dünyasına, tüm fiziksel sınırların kalktığı metafiziksel boyuta mı geçmişti? Bunu düşününce korktu, çünkü tüm sınırların kalkması demek tüm referans noktalarının da kalkması demekti. O efsanevi dünyada, nerede olduğunu anlayamaz, ‘Ben benim, çünkü buradayım,’ diyemezdi.”

“Paul’e bir Bene Gesserit atasözünü söylemişti: Din ile siyaset aynı arabada gittiğinde, sürücüler karşılarında hiçbir şeyin duramayacağını sanır. Dümdüz gider, hızlandıkça hızlanırlar. Engelleri tamamen göz ardı eder, körlemesine gidenlerin uçurumu çok geç fark edeceğini unuturlar.”

“Olabildiğince az emir ver” demişti babası, çok eskiden. “Bir konuda emir verirsen, artık o konuda hep emir vermelisin.”

“Paul biraz gurur duyarak, Ne yapsam efsane oluyor zaten, diye düşündü. Bugün yaptığım ve yapacağım her şey kayıtlara geçecek; Chani’den nasıl ayrıldığım, Stilgar’ı nasıl selamladığım… hepsi kayıtlara geçecek. Yaşasam da ölsem de, bu bir efsane olacak. Ama ölmemeliyim.”

“Fremen hayatının öldürmekten ibaret olduğunu düşündü; hayatları boyunca öfke ve kederle yaşıyor, başka türlüsünü akıllarına bile getirmiyorlardı; yalnızca Liet-Kynes, ölmeden önce onlara bir düş aşılamayı başarmıştı.”

“Mali sistemi ve mahkemeleri kontrol edin yeter… gerisini ayaktakımına bırakın. Padişah-İmparator size bu tavsiyede bulunuyor. Ve diyor ki: ‘Kazanç istiyorsanız hükmetmelisiniz.’ Sözlerinde haklılık payı var, ama kendime şu soruyu sormadan edemiyorum: ‘Ayaktakımı kim, yönetilenler kim?’”

“Ortodoks bir dine siyasetin karışması kaçınılmazdır. Bu iktidar mücadelesi ortodoks cemaatinin eğitimini ve disiplinini etkiler. Bu baskı yüzünden, böyle bir cemaatin liderleri kaçınılmaz bir soruyla yüzleşmek zorunda kalır: Liderliklerini korumak için tamamen oportünist mi olmalı, yoksa ortodoks etiği adına kendilerini feda mı etmelidirler?”

“Ama Fremen kadının gözlerinde öyle yoğun bir dikkat vardı ki, sanki söylenenleri gözleriyle de duymaya çalışıyordu.”

“Kanunlar ve görevler din çatısı altında birleştiğinde, insan asla tamamen bilinçli olamaz, asla kendinin tamamen bilincine varamaz. Asla tam bir birey olamaz.”

“‘Bir şeyi yok edebilecek durumdaysan, onu kontrol de edebilirsin,’ dedi Paul.”

“‘Kurallar değişir,’ dedi.”

“Öfkeli insan genellikle iç benliğinin sesine kulak tıkar.”

“‘Senden düşük konumlu herkes seni kıskanır,’ diye bir Bene Gesserit aksiyomu vardı. Oysa Jessica bu gençlerin yüzlerinde kıskançlık görmüyordu. Paul’ün liderliğinin dinsel dayanağı, onu kıskanmalarını engelliyordu. Jessica bir başka Bene Gesserit deyişini hatırladı: “‘Peygamberler çoğunlukla öldürülür.’”

“’Bir çocuğun hayatındaki en korkunç anlardan biri, babasıyla annesinin birbirlerine karşı, kendisinin asla paylaşamayacağı bir sevgi beslediklerini anlamasıdır,’ dedi Paul. ‘Bu bir kayıptır; dünyanın içimizde ve dışımızda var olduğunu, dünyada tek başımıza olduğumuzu anladığımız andır. Bu andan kaçış yoktur.’”

“’Dışarıda; böyle bir zamanda her Fremen çocuğunun yapması gerekeni yapıyor,’ dedi Paul. ‘Yaralı düşmanları öldürüyor ve su toplama ekipleri için cesetleri işaretliyor.’ ‘Bunu yaralılara acıdığından yaptığını anlamalısın,’ dedi Paul. ‘İyilik ile zalimlik arasında gizli bir bağ olduğunu görmememiz ne tuhaf, değil mi?'”

“Paul ‘Milyarlarca, trilyonlarca hayat yaşamak ister miydin?’ diye sordu. ‘İşte sana bir efsane! Onca deneyimi, getirecekleri bilgeliği düşün. Ama bilgelik sevgiyi azaltır, değil mi? Nefrete de yeni bir biçim verir. Hem zalimliğin hem de iyiliğin derinliklerine inmeden acımasızlığı nasıl bilebilirsin ki? Benden korkmalısın anne. Ben Kuisatz Haderah’ım.'”

“’Artık kimse masum değil,’ dedi Paul.”

Çirkin Ördek Yavrusu

(Hans Christian Andersen, Den grimme ælling)

Çalıların içinde bir ördek kuluçkaya oturmuş yumurtalarını bekliyormuş. Uzun süredir tek başına oturmaktan sıkıldığı için yumurtaları çatlar çatlamaz sevinçle vaklayarak üzerlerinden kalkmış. “Artık çiftliğe dönüp oradakilere yeni ailemi gösterebilirim!” diye düşünmüş. Hepsi tam mı diye, cik cik öten yavrularını saymaya başlamış. “Yo, olamaz!” demiş yumurtalardan birinin henüz çatlamamış olduğunu görünce. O sırada oradan geçen bir ördek, “Yuvanda hâlâ çatlamamış iri bir yumurta var,” demiş. “Bahse girerim bir hindi yumurtasıdır.” “Hindi yumurtasıymış, höh! O benim yumurtam,” demiş anne ördek ters ters. İç çekerek yumurtanın üstüne oturmuş.

Bu son yumurta da çatlayınca içinden iri, çirkin bir ördek yavrusu çıkmış. Anne ördek bu yavruyu görünce onun çirkinliğinden biraz utanç duymuş. “Neyse ki diğer yavrularım güzel!” diye düşünmüş ve artık daha fazla vakit kaybetmeden çiftliğe gitmek istediği için yavrularını peşine takarak suya girmiş. “Çirkin olanı hiç olmazsa iyi yüzüyor” demiş anne ördek kendi kendine. “Öyleyse hindi olamaz. Çünkü hindiler yüzemez. Belki büyüdükçe güzelleşir. Belki bir süre sonra da büyümesi durur.” Ne yazık ki tam tersi olmuş. Çirkin ördek giderek daha da büyümüş ve diğer ördeklerden daha da farklılaşmış. Çevresindeki hayvanlar onu hiç rahat bırakmıyor, onunla hep ‘Çirkin Ördek’ diyerek alay ediyormuş. Kardeşleri bile vak vak edip başının etini yiyor, “Seni bir kedi kapsa da senden kurtulsak,” diyorlarmış. Tavuklar onu kovalıyor, onlara yem veren kız da ayağıyla onu ittirerek yemlerin yanından uzaklaştırıyormuş.

Çirkin Ördek bütün bunlara daha fazla dayanamamış. Çitlerin üzerinden uçarak atlamış ve çiftliği iyice geride bırakıp yaban ördeklerinin yaşadığı yere gelene kadar hiç durmadan yürümüş. Fakat yaban ördekleri de onun çirkin olduğunu düşünmüşler ve onunla dostluk kurmak istememişler. Çirkin Ördek yapayalnız ortada kalmış.

Ağaç dallarıyla çitlerdeki küçük kuşlar bile onu görünce kaçışıyorlarmış. “Çirkin olduğum için kaçıyorlar,” demiş kendi kendine. Tek başına oradan oraya dolaşmış durmuş. Bir ara, iki yaban kazıyla dost olmuş, fakat onlar da avcıları görünce uçup gitmişler. Bir seferinde de yaşlı bir kadın onu tutup evine götürmüş, ama kadının kedisiyle tavuğu, “Hem suyu seven, hem de yumurtlamayan kuş mu olur?” diyerek onunla alay edince dayanamayıp oradan da kaçmış.

Sonra mevsim değişmiş. Ağaç yaprakları sararıp solmaya başlamış. Bir akşam üzeri, güneş batarken bembeyaz tüylü, büyük ve güzel kuşlardan oluşan bir kuş sürüsü Çirkin Ördek’in tam önünden, çalıların arasından havalanmış. Uçarken dalgalanıyormuş gibi hareket eden çok zarif, uzun boyunlu kuşlarmış bunlar. “Bekleyin beni!” diye seslenmiş Çirkin Ördek, ama kuşlar kocaman kanatlarını açar açmaz gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuşlar. Çirkin Ördek sevincinden suyun içinde bir fırıldak gibi dönmeye başlamış, sonra hızını alamayıp suyun dibine dalıp çıkmış. Boğazından çıkan garip sesler onu bile korkutmuş. O beyaz tüylü kuşları bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Ne cins kuşlarsa onlar, onları çok sevmiş. Kış pek uzun ve sert geçmiş. Çirkin Ördek birkaç kez ölümden dönmüş. Bir seferinde buzun üstünde az kalsın donuyormuş. Neyse ki oradan geçmekte olan bir çiftçi onu görmüş de kurtarmış. Sonunda kış bitmiş bahar gelmiş ve Çirkin Ördek uçabildiğini keşfetmiş, öyle suyun üstünde değil çok daha yüksekte, gökyüzünde. Bir gün kanatlarının gücünü denerken aşağıda, bir derede daha önce gördüğü o beyaz tüylü kuşlardan birçoğunun yüzdüğünü görmüş. Bir an bile düşünmeden, “Aşağı iniyorum,” diye kararını vermiş. “Çirkin de olsam onların yanlarına gideceğim.”

Böylece dereye, suyun üzerine inmiş. Kıyıda iki çocuk beyaz kuşlara ekmek kırıntısı atıyormuş. Çirkin Ördek’i görünce hemen annelerine, “Anne bak!” demişler. “Bir kuğu daha var orada! Bu kuğu diğerlerinden daha güzel hem de!” Çirkin Ördek çocukların ne demek istediğini anlamamış. Beyaz kuşlar arkalarına dönüp ona bakınca utancından boynunu bükmüş. “İsterseniz siz de Çirkin Ördek diye alay edin. Umurumda değil artık!” demiş içinden. Sonra, başını kaldırırken suda ilk kez kendini görmüş. Upuzun bir boynu, bembeyaz, harika tüyleri varmış. “Merhaba!” demişler diğer kuğular. “Hoş geldin.” Sonra hepsi suyun üstünde ona doğru süzülmüşler. Hiçbiri çiftlikteki kuşlar gibi ona alay ederek bakmıyorlarmış. Boyunlarını zarifçe eğerek, “Ne kadar güzelsin,” diyorlarmış sanki. Çirkin Ördek, “Demek ben Çirkin Ördek değilmişim. Bir kuğuymuşum!” diyerek sevinçle çırpmaya başlamış kanatlarını.

‘Kadından Kentler’den cümleler

(Kadından Kentler, Murathan Mungan; Derleyen: Yasin Çelik)

Birbirlerine hatırlattıkları şeyler, birbirlerinden uzaklaştırmış olabilirdi onları…

Geçmişte kalan şeyler geçmişte kalmalıydı ona göre, bu huyu yüzünden zamanla çevresi azalmış, arkadaşları tarafından vefasızlıkla suçlandığı olmuştu. İnsanlar aynı biçimde, aynı yönlere doğru değişmiyorlardı. Çoğu kez mazi ortaklıkları şimdiki zaman arkadaşlıklarını diri tutmaya yetmiyor ama insanlar bu gerçeği kabullenmeyip her şey eskisi gibi sürsün istiyorlardı. Sanki bir şeyler hiç değişmeden olduğu gibi sürerse, hayat daha gerçek, dünya daha inandırıcı bir yer olacaktı…

Galiba ev demek, onun için ne zamandır yalnızlık demekti…

İçini dışarıya tutumlu verenlerdendi…

İnsan yatıştırmayı hiçbir zaman bilememişti…

Nedenler, niçinler çoğu kez geçmişin boşluğunda asılı kalır; eşya öksüzü bir çocukluğun sinsi sızısının insanın göğsünden kolay gitmediğini biliyordu bir tek…

Kıskançlığının boyutunu sevgisinin büyüklüğü sananlardan olduğu için, kıskançlığını sevgi sanmayı sürdürdü…

Bazı hikâyeler bir kerede anlatıldığında ya da bir kerede dinlendiğinde daha cılız bir etki bırakır insanın üstünde; bazı hikâyelerse, parça parça gün ışığına çıktıkça neredeyse özel bir güç, gerçek üstü bir nitelik, insanın varoluş nedenlerine uzanan bir derinlik kazanır…

Kendi içinden geçenlere bile yabancı bir uzaklıktan bakıyordu sanki…

Geçmişini unutmaya çalışan biri için maziden gelen herkes, bir çeşit tehdit ya da tehlikedir; bunca yıl sıkı sıkıya kapalı tutulmuş kapılar onlarla zorlanır, bastırılmış anılar onlarla silkinmeye çalışır, belleğin kuytularına itilmiş nice ayrıntı, onların sorularının tazelediği çağrışımlarla yeniden gün yüzüne çıkar…

Büyürken insanın ilk kaybettiği şeyin gelecek duygusu olduğunu düşünüyordu…

Günü gelip daha büyük, daha önemli bir şeyi almaya kalkıştığında, bütün geçmişin, geçmişte birikenlerin birden bire başka bir ışıkta, bambaşka görülebileceğini hesap edemedi. İçimizin bir yanı sevdiklerimizi kollarken, kendini kollamayı unutmaz mı?

Babası erken ölmüş erkeklerin hiç büyümediğini en çok onda anlamıştı…

Birikmişlerin fazlalığı insanı kendi geçmişinden bile uzaklaştırır…

Hayat demek, biraz da zamanında anlamadıklarımıza karşı duyduğumuz pişmanlıklar demek değil midir?…

Her şeyi konuşmak iyidir sanıyorlar şimdilerde. Halbuki, insan münasebetinin çoğu kelimesiz hallerdir…

Başka biri için ne demek olduğunu insan geç anlıyor…

Bir yanı erken büyümüş çocuklar, hiç büyümeyen yanlarını görmekte zorlanırlar…

Kötü biri değilim ama kötü biri olmaktan korkuyordum…

Deneyim yoluyla edindiğimiz bilgi bizde içselleşmediği sürece, aynı hataları yinelememize bir engel oluşturmuyor…

Nedenini bilmeden ağladıklarımızın içimizden hiç gitmediğini artık biliyorum…

İçinde yaşanılan günün her şey olmadığını anlamak için daha geniş zamanlara ihtiyacımız olduğunu anlamamsa çok sonradır…

İnsan masumiyetini bazen bir başkasının günahıyla kaybeder…

Hemen herkes hayatının film sahnelerine benzediği zamanları daha değerli bulmaz mı?

Aynı konunun etrafında ikinci kez avlanmış hissediyor kendini…

Serap’ın sevincindeki yapmacıklık sürüyor. Gerçek duyguları göründüğü kadar sahte olmayabilir; ama bazı kadınlarda samimi olanla olmayan yıllar içinde o kadar iç içe geçmiştir ki, sahici duygularını bile yapmacıkla ifade ederler, ayırt edemezsiniz…

Sözlerinin arasına tasarlanmış bir sessizlik koydu…

Bir başkasının mutsuzluğuna yaslanmaya ihtiyacı olacak kadar mutsuz bir kadındı…

Gururu yaralanmış erkeklerin yarasının kinle beslenen güçlü bir hafızası vardır…

Bazı şeyleri anlamak için en az kırk yaşın kıvamı gerek…

Görünüşüyle yarattığı etkinin farkında değilmiş gibi yapmak, bir çok kadının başlıca numarasıdır…

Gerçekler de yalanlar kadar kaypaktır.

Aşka zahmet etmemişti kalbi; yükü olan şeylerden uzak durmayı bilmişti…

Saatin tiktakları, ışığı cılız ölgün bir ampulün aydınlattığı odayı şimdiki zamanla doldursun istiyordu…

Kısıtlı olanaklar içinde yaşanmış zor bir hayatın dayattığı koşullarda ayaklarını her zaman sağlam yere basma gerekliliği, hayallere, ümitlere fazla yer olmayan sert ve köşeli bir gerçeklik kazandırmıştı ona…

Bekli de bütün evliliklerin başına gelen onunkine de gelmişti; beraberliklerinin vaktiyle sahip olduğu zenginlik yok olup gitmiş, ilişkileri hikâyesiz kalmıştı ve en başta kusurlar, kabahatler olmak üzere her şey göz ısıran çiğ ışıkta, acımasız bir çıplaklıkta görülüyordu artık…

Alınan her dönemecin ardına geçmişin bıraktıkları yığılır kalırdı…

Bir insanın, büyüklerinin çocukluk eşyalarına yıllar sonra dokunmakla yaşadığı yalancı akranlığın uyandırdığı duygularla…

Annesinin gözlerine geç kalmıştı…

Önündeki yılların hepsini birden yaşamış gibiydi…

Bekli de hayat herkes için gençlik demekti…

Gençken okunan kitaplarda insan zamanı fark etmiyor, kitaplar senden zamanını bekliyor…

Fotoğrafların sesine kulak vermeyi bilirseniz, tekinsiz mekânlarda geçmişini arayan hayaletlerin uğultularını, zamanın ıslığını duymanız işten bile değildir…

Zamanın, kadınların etinden başka bir zalimlikle geçtiğini düşünüyor…

İnsanların savunmasız anlarını, kendi kabuklarının içinde olup en çok kendilerine benzedikleri anları yakalamaya çalışmış…

Zaten sanat dedikleri, ümitsizlerin yaşama sevinci değil miydi…

Ne olduğuna karar verilemeyen bu ara renk gibi, ara durumlar, ara duygular, belirsizlikler, bulanıklıklar yok mudur herkesin içinde, hayatında, seçimlerinde? İnsan, kendine bile tanımını tam yapamadığı, çoğu kez istese de yapamayacağı duygular, durumlarla iç içe yaşamaz mı? Her şeyin niyesini, nasılını o kadar bilerek mi yaşıyoruz sanki…

Kadınlar her işin hilesini arar…

İçinin tahammülleri azalmış. Her çeşit hasretini dindirmeye birkaç dakika, birkaç saat yetiyor artık. Yaşlanmak galiba bu diye geçiriyor içinden; azalmak, için için azalmak…

Her şey kıtken, azken, bulunmazken daha mı güzeldi ne?…

Dünyadan kendi içinin hızını beklerdi…

İnsanın içinin zaman zaman bir şeylerle barışması iyi geliyordu…

Hayatta bir kere geç kaldın mı, hep geç kalırsın…