Yakın akrabalarımdan, vefat ettiğinde çok üzüleceğim kimler var diye kendi kendime sorduğumda aklıma ilk önce dedem gelirdi. Kendisini tanımaya başladığımda altmış yaşını geçmişti ve ilerleyen yaşlarımda onun bir gün aramızdan ayrılacağını hep biraz korkuyla düşünürdüm. Araçların geçmesinin zor olduğu bazı köy yollarını canla başla çalışarak yapan, mezarlığa sağlam bir sürgülü kapı yaptırıp mavi ve kırmızıya boyadığındaki sevincini gizleyemeyen, caminin dış kapısının üstündeki mermerin yazılarını beraber yazdığımız dedem, yani bu hayırsever, çalışkan, bizim oranın tabiriyle “işçimen” dedemin yokluğunun hem benim için hem de köylüler için büyük bir eksiklik olacağını hep hissederdim.
2011 yılının son ayında mide kanseri olduğunu ve midesinin tamamen alındığını öğrendiğimde o acı sona yaklaştığımız gerçeğini yutkunmakta zorlanmıştım doğrusu.
Onlu yaşlarımda traktörle değirmene un öğütmeye gidiyorduk. Sabah çok erken bir vakit olduğu için karşıdan gelen rüzgârın zarar vermemesi için ağzını da kapatacak şekilde boynuna bir büyük bez parçası bağlamış, arada bir de nasihatte bulunuyordu o uzun yolculuğu biraz hızlandırmak için. Hayatın geçiciliğinden, biriktirilen malın ileride pek fayda etmeyeceğinden bahsediyordu. “Bir adama sormuşlar, bunca ömrün nasıl geçti diye, o da demiş ki, hepsi de bir rüya gibi geçti evladım!” Bunu daha sonra zaman zaman tekrar ederdi. Bir de o yolculukta, yine daha sonra tekrarladığı bir sözü söylemişti: “Bir adam demiş ki, akıllı evladın var, malı ne yapacaksın, deli evladın var, yine malı ne yapacaksın?” Sonra da açıklamıştı bu sözü: Akıllı evladın varsa, o zaten malını kazanacaktır, senin kendini yıpratıp da onun için mal kazanmaya çalışmana gerek yok; deli, yani akıllıca iş yapmayan evladın varsa, o da senin yıllarca biriktirdiğin parayı bir günde bitirecek, bütün emeklerini zayi edecektir, onun için de boşuna mal-mülk biriktirmeye gerek yok…
“Benim Müslümanlığım kuvvetli” diyen, ölümden sonraki hayata kesin bir şekilde inanan ve hayatını o gerçeğe göre düzenlemeye hep gayret etmiş olan o güzel dedem, seksen yedi yaşındayken aramızdan ayrıldı.
Evlatları arasında adaletsizlik yapmamak konusunda çok titiz oldu, bunun karşılıklarından birini de son aylarında gördü: bütün çocukları onun hastane, büyük dayımlar ve bizim ev üçgeninde geçen zor günlerinde hep yanında oldu, maddi-manevi desteklerini hep gösterdiler, tuvalete gitmesinden banyo yapmasına, yatakta sağa-sola çevrilmesinden istediği yemekleri anında yapmaya kadar her ihtiyacını büyük bir özveriyle karşıladılar. Taziyeye gelenler hep bu duruma imrendi, “keşke bizim çocuklarımız da bizi böyle uğurlasalar” diye dualar ettiler.
Durumunun çok acil olduğuna dair haber alır almaz İstanbul’dan Kayseri’ye gittik kardeşimle birlikte. Son üç gününü onunla birlikte geçireceğimizi bilmiyorduk tabii. Şuuru yerindeydi, ne dediği kolay anlaşılmasa dahi konuşabiliyordu, etrafında konuşulanları anlıyordu. “Vücudumu sağa çevirin, sola çevirin, kaldırın da biraz oturayım çok daraldım, şimdi şu yatağa yatayım, canım ayran istiyor, çorba istiyor” gibi talimatları harfiyen ve gecikmeden yerine getiriliyordu. Benim de geldiğimi öğrendiğinde sevincini açıkça belli etti, beni kendisine doğru çekip zorlanarak yanaklarımdan öptü. O üç gün içinde zaman zaman Yasin suresini okudum, ben okurken kendisinin de benimle birlikte okuduğunu ve okumalarımdan çok memnun olduğunu söyledi. Kısa sureleri, Kur’an okumayı kendisinden öğrendiğim, hatta Yasin suresinin ilk sayfasını birlikte ezberlediğimiz bu mübarek insana o son günlerinde Kur’an okumak çok başka bir duyguydu benim için. Küçüklüğümden beri beni tembihlerdi: “Bak biz ölünce arkamızdan her cuma gecesi Yasin okuyacaksın, tamam mı?” Anneanneme de, “ben ölürken yanımda Yasin okuyacak olan olur mu acaba?” diye endişelerini hep dile getirirmiş. Bu sureye olan muhabbetinden ve bu konuya verdiği önemden olsa gerek, kardeşimin adını dedem koymuş: Yasin.
O üç gün içerisinde içimde bir merak devamlı yokluyordu beni. Acaba ruhunu teslim ettiği anda ben ne yapıyor olacağım? Acaba uykudan acil bir şekilde mi uyandıracaklar, acaba şehir merkezinde bir iş için bulunurken acı bir telefon mu alacağım? Acaba hastalık uzun sürecek diye İstanbul’daki işime döndüğümde orada öğrenip son anlarında yanında olamamanın acısını bir ömür boyu mu taşıyacağım? Bu merak ve endişe aklımın bir kenarında hep durdu.
Cumayı cumartesiye bağlayan o gece Fetih suresini okumuştum. Çay-kahve, ailece muhabbet filan derken en büyük dayımı ailesiyle birlikte evine uğurladık, biz de anneannem, Rüstem Dayım ve annemle birlikte salonda durumu her gece olduğu gibi kötüleşen dedemi rahatlatmaya çalışıyorduk. Yine yataktaki durumunu, yatağını vs. değiştirdik derken, nedense annemin aklına dedeme kelime-i şehadet getirtmek geldi. Bana teklif etti, ben de onun yaptırmasını istedim. Sonra o konuda tereddüt edince “Yasin mi okusan?” dedi. “Az önce başka bir sure okudum ama rahatsız olur mu acaba, bir sor istersen, isterse okuyayım” dedim, saat gece bir buçuğu geçerken.
Annem annesine hep “aba” dediği gibi, babasına da hep “ağa” diye hitap ederdi. “Ağa, Emrah Yasin okusun mu?” diye sordu babasına. Dedem, daha önceki Kur’an okuma tekliflerine gösterdiği memnuniyetten çok daha fazla, çok daha farklı bir tonda “yaaaa” dedi, gerçekten içten gelen bir sesle. Bunun üzerine başının olduğu tarafta bir sandalyeye oturarak o çok sevdiği sureyi okumaya başladım. Ben okudukça mutfakta sohbet edenler de gelip dinlemeye başladılar. Odada, evde büyük bir sessizlik hakim oldu. Gelen tek ses okunan surenin ayetleriydi. Dedem, her Kur’an okunması esnasında olduğu gibi sessizleşti, dinlemeye ve belki de içinden katılmaya koyuldu. Ben okudukça okudum, onlar dinledikçe dinledi. Son sayfalarda annemim, Hatice Yengemin, Rüstem Dayımın ve anneannemin birbirlerine bir şey işaret ettiklerini hissediyordum ama herhalde biraz rahatsızlandı diye düşünerek okumaya devam ettim. Tam son ayetlere gelmiştim ki, dedemin ruhunu rahat bir şekilde teslim ettiğini fark ettim. Ben okumayı bitirir bitirmez herkes ayaklandı, yanına yaklaştı; Rüstem Dayım, kalp titreten bir sesle “baba!” diye seslendi, ama babasından ses gelmedi. O sesin bir daha da hiç gelmeyeceğini, nabzını ve kalbini kontrol ettiğimizde ve vücudunun kendisini tamamen bıraktığında iyice anlamıştık artık. O sesin kendisini değil, hayalini dinleyecektik artık. Hafızalarımızda yer eden vurgularını, tınısını hatırlamakla yetinmek zorunda kalacaktık…
İlk defa ruhunu teslim eden birinin yanında bulunduğum ve hep korkacağımı zannettiğim halde hiç korkmadım. Elbisesini çıkarmaya yardım ettim, bir makas alarak üzerindeki iki elbiseyi kestim, sabah gasilhaneye götürmeden önce yapılması gerekenlerin yapılmasına yardım ettim. Biri takma dişlerini çıkardı, biri ayak başparmaklarını birbirine bağladı, biri başını çenesiyle birlikte bağladı ve sonunda üstünü bir çarşafla örtüp yan odaya geçtik. O sırada diğer iki dayımı aradık, onlar hemen evlerinden gelince de hep birlikte sabaha kadar yan odada bekledik. Ağladık, üzüldük, birbirimizi teselli ettik, düşündük, Kur’an okuduk, sabah ezanıyla birlikte de evde bulunan herkesle, yani dedemin eşi, üç oğlu, bir kızı ve torunlarıyla sabah namazını kıldık. Birkaç saatlik dinlenmenin akabinde hastanenin gasilhanesindeki görevliyle birlikte dedemi yıkama imkânına kavuştum. O cansız vücudu sağa sola çevirirken, üzerine su tutarken, yüzünü yıkarken nice hatıralar canlandı gözümün önünde. Gözyaşlarımı tutamadım, tutmadım. Onu düşünmek, yaşananları hatırlamak, onun için gözyaşı dökmek güzel bir duyguydu; ağladıkça rahatladım…
Şehir merkezinde bulunan tarihi Hunat Camiinde ve ayrıca köyde cenaze namazının kılınmasını isterdi hep dedem; öyle de oldu. Öğle namazından sonra Hunat’ta, sonra da köye ulaşır ulaşmaz köyde kıldık namazını ve ardından toprağa verdik.
O kadar “ihtiyatlı” idi ki dedem, kimseye yük olmak istemezdi. Başkasına yük olma ihtimali bile onu, kelimenin gerçek anlamıyla iki büklüm ederdi. Bu hassasiyetinden olsa gerek, kendi mezarını, hatta kendi mezar taşını bile kendisi yaptırıp dikmişti çok öncesinden. Geriye sadece bedenini o mezarın içine koymak ve mezar taşındaki ölüm tarihi bölümüne “14.04.2012” yazmak kalmıştı. Vefatından sonra bütün köye dağıtılmak üzere bir erzak paketi vasiyet etmişti. Pakette beş litrelik Ayçiçek yağı, çay, şeker ve makarna olacaktı, nitekim oldu da. Kendisine çalışkanlığı ve pratikliğiyle en çok benzeyen yeğeni Resul Dayım ve ağabeyim birkaç saat içinde yaklaşık iki yüz otuz paketlik malzemeyi alıp getirdiler, hep birlikte paketleri hazırlayıp köydeki bütün evlere dağıttık. Başkasına yük olmayı vefatından sonra da istemeyen dedem, hem cenazenin nakil masraflarını, hem de köylülere dağıtılacak erzak parasının hepsini hazırlayıp teslim etmişti önceden. Kefenini bile on yıllar öncesinden alıp bekletiyordu zaten.
Yaşarken kendi işlerini nasıl hızlı ve sağlam şekilde yaptıysa, Allah vefatından sonraki işlerinin de hızlı ve güzelce yapılmasını nasip etti. Taziyeye gelen herkes arkasından “hüsn-i şehadet”te bulundu, hep iyiliklerinden bahsedildi, akrabaları ve köylüler için büyük bir kayıp olduğundan bahsedildi. Çokça ve güzelce Kur’anlar okundu, Fatihalar gönderildi…
“Evvel ben ölümden çok korkardım; ağamın ölümünü görünce benim de ölesim geldi” dedi annem. Hep yumuşak huylu, hassas, çalışkan ve inançlı gördüğüm biricik dedem, ölümü bile sevdirerek gitti. Hasılı, zor ama güzel bir hayat yaşayan o güzel adam, güzel bir şekilde aramızdan ayrıldı.
Geride bıraktığı bütün tanıdıkları olarak hepimiz, o güzel insanın güzel bir yere gitmiş olduğunu umuyor ve diliyoruz şimdi…
Güzel adamin güzel torunu… Yaziyi okudukca hüzünlendim, zaman zaman gözyaslarimi bende saliverdim. Diger tarafdan da cok sevindim, güzel adam hedefini bi sekilde ulasmis – kimseye yük olmadan bu alemden diger aleme göcmüs, hemde Kuranin kalbini dinleyerek… Rabbim rahmetiyle muamele etsin ins.
Hocam, senin gibi güzel torunun yetismesinde cokca emegi olan güzel adama sonsuz tesekkürler.
Allah mej-kanını cennet etsin. Çok kısa bir zaman diliminde beraber olmuştuk. Sevmiştim. Gönlümün dedesi olmuştu. Geride kalanlara uzun ömür ve sabır dileklerimle.
Cok sanslisiniz abi siz… Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da… Ve sorarlar ben bunun şükrünü yaptığınıza şahitlik edeceğim.
Kendiniz ağlamışsınız, bizi de ağlattınız. Boyle kanlı canlı misaller dinlemek onlarca evliya menkıbesi okumaktan daha etkili, daha ihtiyacımız olan şey bence.
Allah mekanını cennet etsin, burada tanışmak nasip olmadı öte de olsun, beni siz dedenizle tanıştırın inşallah tüm tasaların tükenmiş olacağı o sonsuzluk yurdunda.
Mekani cennet olsun insallah abi… yakin bi zaman da hem babasini hem de babaennesini kaybetmis birisi olarak sizi anlayabiliyorum. Rabbim size ve bize buyuklerimizin beklentilerini karsilamayi lutfetsin insallah ….. amin !
Emrah abi ;
Allah dedenizin mekanını cennet eylesin inşaallah. Allah geride kalanlara sabır versin. Ölüm, ölen için mi yoksa kalanlar için mi daha zor bilemiyorum..
Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olur inşallah. Rabbim sabrınızı daim eder inşallah.Amin !
ne kadar güzel bir yazı Allahım. benı de aglattın içten samımı ıfadesını hemen bellı edıyor çok teşekkür ederim hocam .