ŞEHVET VE DİN

KitapHollanda’ya yaptığım seyahatlerden birinde, başka bir ülkeden tanışıklığım olan, kırk yaşlarındaki ilahiyatçı bir tanıdığımı ziyaret etmek için evine gitmiştim. Yaklaşık iki saat süren misafirliğimde hal-hatır sormalar, ortak tanıdık ve ilgi alanlarından bahisler açmalar devam ederken bir ara çay yapmak üzere mutfağa gitti. Bekleme süresinin uzayacağını anladığım zaman oyalanmak için kendime odada bir meşgale ararken bir metre enindeki, iki metre boyundaki tek kitaplık dikkatimi çekti. Öyle bir insanın, özellikle de öyle bir ilahiyatçının tercih ettiği kitapların neler olabileceğine dair bir merak sardı beni. Arada bir dinlediğim bazı konuşmalarından, kulağıma gelen bazı fetvalarından ve okuduğum bir kitabından edindiğim izlenime göre gayet gelenekçi ve muhafazakar bir ilahiyatçıydı. Kendi yazdığı kitapta müziğin hemen her türünün haram olduğunu savunuyor, bir arkadaşının düğününe kadınlar ve erkekler ayrı bölümlerde olduğu halde sırf “çalgılı” olduğu için protesto edip gitmiyor ve kadınlardan oluşan bir topluluğa dini bir konuşma yapmayı uygun bulmuyordu. İlginçtir, bir taraftan bunları söyleyip yapan aynı kişi, diğer taraftan da kendi odasında genelde sanat müziği dinliyor, yemekli bir davete giderken eşini de ısrarla yanında götüren bir profesörün o tutumundan da övgüyle bahsedebiliyordu. Bu çelişkili hallerine birkaç defa tanıklık ettiğim bu ilahiyatçının hangi kitapları okuyup seçtiğini görmek istiyordum.

Kitaplığa uzaktan bakıldığında bile temel dini eserlerden daha başka kitapların da varlığı belli oluyordu. Öyle birinin okumuş olması zaten beklenebilecek bazı kitapların arasında bir tanesi dikkatimi çekti. Kitabın ne olduğu hiç belli olmuyordu, çünkü rafa ters bir şekilde konmuş, sırtı değil ön tarafı, yani sayfalarının olduğu taraf görünüyordu sadece. Bu sıra dışı konuş şeklinin sadece basit bir dikkatsizlik eseri olamayacağını düşündüm. Gizlenen bir şey vardı sanki o kitapta; ya adının ya da yazarının bilinmesinden bir rahatsızlık duyulduğu belliydi. Nasıl bir önseziyle oldu bilmiyorum, o kitabı o halde görünce aklıma hemen bir yazar geldi; mutlaka onun kitabı olmalıydı. Kendi evi olduğu ve evine sadece yakınlarını kabul ettiğine, ilahiyatçı kimliğini kimseden saklamadığına göre oradaki kitap dini bir kitap olamazdı; aksine, dindarların bilmesinden çekinilen bir kitap olmalıydı. İçimden bir ses, ısrarla sezgilerimin yanılmadığını söylüyordu. Bir an bakmakla bakmamak arasında kaldım. Kitabın o şekilde ters konması benim bakmamı uygunsuz bir hale getirir miydi, emin olamadım; ama tahminimde yanılıp yanılmadığımı görme istediğinin ateşi de içimde yanmaya çoktan başlamıştı.

Oturma odasına kısa bir süreliğine uğrayıp da kitaplığın önünde bulunduğumu gördüğünde iznini istedim: “Kitaplarınıza bir göz atabilir miyim?” “Tabii ki” diyerek mutfağa tekrar gittiğinde, iznini almış olmanın verdiği vicdan rahatlığıyla anında uzanıp ters duran kitabı çıkardım diğerlerinin arasından. Hızla kapağına baktım; yanılmamıştım. O anda birkaç duyguyu aynı anda yaşadığımı hatırlıyorum: Tahminimde isabet etmenin verdiği mutluluk, benim okuyup da ismini herkese açıkça söylediğim yazarı o da okuduğu halde neden bunu gizlediğini anlama çabası, ve içinde yaşadığı o tezatların kendisinin de farkında olduğunu görünce ister istemez ortaya çıkan şefkat…

Romanlarını okuduğum yazarlar arasında aşkı, kadınları ve insan psikolojisini en iyi anlatan yazarlardan biri olduğunu düşündüğüm Ahmet Altan’ın kitaplarıyla tanıştığımda, o ana kadar pek aşinası olmadığım bambaşka bir dünyaya açılmıştım. İzmir’de, Kemeraltı’nda bir sokak kitapçısından aldığım bir romanıyla çekmişti beni kendi dünyasına. Sanırım psikoloji profesörü olan bir yazarın, çok satan kitaplarından birinde Altan’ın psikolojik tahlillerine yaptığı övgü dikkatimi çekmiş, sonra da o merakla kendimi bir kitapçıda bulmuştum. Deneme ve romanlarında kadınların dünyasını, aşkı, şehveti, insan ruhunun karanlık taraflarını pervasızca anlatan yazarın bu cesareti hoşuma gitmişti doğrusu; insanı tanımak benim için de çok önemliydi ve öğrenmenin sınırı yoktu. Yalnız bir “kusuru” vardı; cinsellik edebiyatının sınırlarını çok zorluyordu, cinsel ilişkileri ve şehveti Türkiye toplumunun alışık olmadığı veya yanlış bulduğu derecede çok açık bir şekilde işliyor, çekinmeden anlatıyordu. Romanlarındaki kahramanlar ya sınır tanımadan çok sayıda erkek veya kadınla ilişki yaşıyor, ya eşini aldatıyor, ya bir ensest ilişkinin kenarında dolaşıyor, ya da gerçek hayatta yapmadıklarını veya yapamadıklarını hayallerinde yaşıyorlar, yazarımıza da onların hayallerine tercüman olma işi düşüyordu.

O “kusurlu” bölümlerin haricinde ele aldığı öyle önemli konular, öyle hayati sorunlar, anlattığı öyle dile getirilmemiş ruh halleri vardı ki, onca konuyu bilip anlatabilmek ancak diğer “kusurlu” bölümlerdekileri yaşamak veya en azından bilmekle mümkün olurdu. Adeta psikoloji hocam gibi gördüğüm ve her kitabında insan ruhunun farklı detaylarını, bambaşka hallerini, hatta kendimi daha iyi tanıdığım, başka yerlerde öğrenemeyeceğim bilgileri öğrenmeme yardımcı olan yazara minnet bile duymaya başlamıştım neredeyse. Çünkü kendini insanlar için adeta ‘feda ederek’ yanlış işlerin içine giriyor, “Siz durun, ben öğrenip geleceğim ve hepsini sizlere anlatacağım” diyerek ateşin yanına gidiyor, sonra da kitaplar yoluyla bize öğrendiği bilgileri naklediyordu. “Allah” yerine “Tanrı” demeyi tercih eden yazar, “Tanrı”nın en güzel eseri olan insanı okuyor, o “kitabın” tefsirini yapıyordu uzun uzun. Diğer çoğu konunun yanı sıra özellikle hazzı, şehveti ve günahı anlatıyordu. Bence her ne kadar kendisi o amacı gütmemiş de olsa günaha giden yolların ve günahın çıktığı yolların uzun listesini örnekleriyle önümüze sunuyordu. Kimi “saf zihinleri idlal” olarak görse de, kimi bu tasvirleri “karpuz kabuğuna” benzetse de ben öyle değil diğer şekilde okumayı seçtim ve yazarı kendime gıyaben bir öğretmen gibi gördüm. Yüz yüze hiç konuşmadığım, sesini bile çok az duyduğum, herhangi bir konuşmasını dinlemediğim, ama kitapları aracılığıyla çok sağlam bir iletişime geçtiğim esaslı bir öğretmen.

Ebeveynlerin çocuklarına anlatmaktan utandıkları, arkadaşların birbirlerine itiraf etmekten çekindikleri, insanların kendi başlarına düşünmeyi ve sorgulamayı bile günah olarak gördükleri konuları ve kelimeleri herkesin önünde tartışan yazarın ele aldığı önemli bir başka alan da din konusu idi. Tanrı’yı bir roman yazarına benzeten ve hatta “meslektaşı” olduğunu söyleyen yazar, meslektaşıyla konuşur gibi konuştu Tanrı’yla. O’nun yazdığı kitabı, kaderi, hesabı, dünya hayatını, ahiret hayatını sorguladı, ‘sistem’de eksiklikler aradı, kendince kusurlu bulduğu noktaları işaretledi, hayran kaldığını saklayamadığı hususların altını çizdi, kafa karışıklığından sıyrılamadığı alanları itiraf etmekten çekinmedi. Bazı dindarların bırakın konuşmayı, düşünmeye bile cesaret edemediği “kötülük problemi”ni, yani dünyada neden kötülüklerin olduğunu, Tanrı’nın bunları neden yarattığını veya bunlara niçin izin verdiğini, kulluk psikolojisini, günahkârlık psikolojisini yazdı sayfalarca. Beni en heyecanlandıran konulardan biri olan Tanrı-insan ilişkisi ve diyaloğunu yorumladı. Hatta bazı kitapları bence şimdiye kadar benzeri yazılmamış bir tefsir çeşidinin küçük parçaları olarak bile görülebilir: Kur’an’ın psikolojik tefsiri. Şunu da teslim etmek gerekir ki, bütün bu tehlikeli sularda dolaşırken okuru kendi tercih ettiği sonuçlara yönlendirmeme hassasiyetini de korudu yazar. Bir kahraman şüpheci veya asi rolünde iken başka bir kahraman onun argümanlarına samimi ve düşünen bir dindarın cevaplarıyla karşılık verdi. Onun romanlarında sınır tanımayan günahkârlar az olmadığı gibi, samimiyetinden ve güzelliğinden ödün vermeyen dindarlar da az olmadı.

Bir yazısının başında şöyle diyordu: “Tanrım, var mısın yok musun bilmiyorum ama eğer olsaydın bana bu yazıyı yazdırmazdın…” Tanrı’nın yaramazlık yapan kulu olarak gördüğüm yazar bu gibi sınırını aşan ifadelerinde, Tanrı’yla hesaplaşmalarında ve sorgulamalarında bazen o kadar ileriye gidiyordu ki, herkesin önünde yaptığı bu tartışmaları okurken ben daha ziyade şunu düşündüm: Tanrı, tabir yerindeyse, ne kadar da özgürlükçüymüş! Kendi kurduğu sistemin pervasızca sorgulanmasını, yanlış yorumlanmasını, kendisine saygısızlık yapılmasını vs. istediği an ve istediği şekilde engelleme kudretine sahip olduğu halde bütün bunlara müdahale etmeden nasıl da izin veriyor, yanlış anlaşılma durumuna karşı sabrediyor, doğru anlaşılmak için herkese ne kadar da uzun mühletler veriyor!

Bütün bu dünya hayatı neden var? Bütün bu kötülüklerin, iyiliklerin, aşkların, nefretlerin, korkuların, ümitlerin, karanlıkların, aydınlıkların, gerçeklerin, hayallerin, dünyanın, ahiretin, ruhun, bedenin, bütün bunların varlık nedeni ne? Bu soruların cevabını vermeye çok az insan cesaret etti. “İmtihan” deyip de daha fazlasının sorgulanmasını çok tehlikeli olarak gören onca yazara rağmen çok az insan o alana girip anlamaya ve yorumlamaya çabaladı. Bahsi geçen yazar, onlardan biri oldu benim gözümde. Yanlış yaptığını düşündüğüm yorumları olmakla birlikte dile getirdiği öyle tespitleri oldu ki o tespitler inananların Tanrı’ya olan hayranlıklarını artırıyordu ancak…

Üniversite yıllarındayken tanıdığım yazarın ilk okuduğum kitabından sonra hemen bir başka kitabını da alıp okumaya başladığımda beni gören bir tanıdığım hangi kitabı okuduğumu sormuş, kapağını gösterdiğimde ise çok ayıp bir şey yapıyormuşum gibi müstehzi bir edayla gülümsedikten sonra sebebini açıklamıştı: Ahmet Altan, “Türk edebiyatının erotik yazarı” olarak biliniyormuş ve bu yüzden edebiyat yazılarında adı da geçmezmiş; onu okuduğumu her yerde söylememeliymişim!

Bütün kitaplarını hayranlıkla ve hatta ders kitabı okur gibi dikkatimi çeken satırlarının altlarını çize çize okuduğum, bunu dile getirmekten çekinmediğim ve hatta 2002 yılında yayınladığım ilk çalışmamda da onun kitaplarından altını çizdiğim bazı satırlara yer verdiğim Altan, Taraf Gazetesi yoluyla Türkiye siyasetinde aktif rol oynamaya başladıktan sonra bazı dindarların gözünde ‘meşru’ bir alana geçti ve bir yazar veya entelektüel olarak onu açıkça sevmek daha ‘masum’ bir hal aldı. Gazetesinden ayrılıp tekrar roman yazarlığına soyunduktan ve yine eskisi gibi, yan yana okunduğunda bile bir garip duran konuları, yani şehveti ve dini, aşkı, kadınları, erkekleri, korkuyu, siyaseti, toplumu, Tanrı’yı yazmaya ve onlar aracılığıyla kendisiyle hesaplaşmaya başladı.

Bundan sonra, özellikle de dindarlar, sevmedikleri veya yanlış gördükleri bazı bölümlerden dolayı kitapları tamamen reddetmeye devam mı edecekler, kendileri için uygunsuz olarak gördükleri birkaç sayfayı hızla çevirmeyi başarıp da okuyabilecekleri onca güzel yorumdan istifade etmeyi mi tercih edecekler, veya kendilerince bir ‘orta yol’ bulup, okudukları kitapları ters çevirmeye devam mı edecekler, merak ediyorum…

Reklam

One thought on “ŞEHVET VE DİN

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s