DİNİN DÜNYAYA DÖNÜŞÜ

Modernitenin din teorisi, dinin gücünün ve etkisinin zamanla azalacağı yönünde idi. Rasyonelleşme ve bilimsel düşünce ilerledikçe din ve dinî düşünce gerileyecek, toplum üzerindeki etkisini kaybedecekti. Toplumlar modernleştikçe, aynı zamanda bir şekilde sekülerleşecekler, din ile olan ilişkileri asgari seviyeye inecekti.

Aydınlanmanın diğer bir teorisine göre de demokratik özgürlükler geliştikçe din, ister istemez siyasi alanın dışına çekilecek ve saf dışı kalacaktı.

Bu teorilerden ayrı olarak, belki de bunlardan ilham alarak, modern otoriter rejimler ve modern liberal demokratik sistemler, ellerindeki siyasi gücü kullanmak suretiyle dini özel alana hapsetme ve kamusal alandaki etkisini, hatta görünürlüğünü dahi kısıtlama yollarına gittiler.

Otoriter ve totaliter bir şekilde toplumlarını sekülerleştirme, yani dinin en azından kamusal alandan çekilmesi, “Allah ile kul arasındaki” özel bir alanla sınırlandırılması konusunda gösterdikleri baskıcı çabalar açısından, bu siyasi sistemlere en bariz örnek olarak Fransa, Sovyetler Birliği ve Türkiye verilebilir…

Peki, bütün bu teoriler haklı çıktılar mı? Ve bütün bu siyasi çabalar başarılı oldular mı? Tek kelime ile cevap verilecek olursa, hayır.

Öncelikle şu gerçeğin altını çizmek gerekiyor: Sekülerleşme teorisi, çoğunlukla, Batı’nın ve hattâ yalnızca Hıristiyan Avrupa’nın din ile ilgili tecrübeleri üzerinden tartışılmış ve sonra da bütün dinlere ve toplumlara genelleştirilmiş bir teori. Bu yüzden en başından bir maluliyet içeriyor.

Avrupa’nın Ortaçağında din denince ilk akla gelen kurum olan “kilise” ve o kilisenin toplum ve devlet üzerindeki nüfuzu ile müslüman toplumların aynı dönemdeki din anlayışları ve kurumları birbirinden temelde oldukça farklı.

İkincisi, rasyonelleşme ile birlikte dinin etkisinin azalacağı düşüncesi, bir açıdan, her dinin kendi içinde bir rasyonalitesi olduğunu gözardı ediyor.

Bilimsel düşüncenin dinî bilgi ile çatışması konusu ise, din müntesiplerinin ya ellerindeki ‘dinî bilgi’yi yeniden yorumlayarak çatışmayı ortadan kaldırmaları şeklinde, ya da iki bilgi alanının birbirinden farklı olduğu kabulü ile çözülmeye çalışılıyor.

Bu arada bilimsel bilgiye körü körüne karşı çıkan din adamlarının, dolayısıyla da o din adamlarının temsil ettiği dinlerin itibarlarının sarsıldığı ve kimi zaman o itibarın tamamen yok olduğu inkâr edilemez bir gerçek; ama yine de bu durum, dinin yerini topyekûn sekülerliğe bıraktığı anlamına gelmiyor.

Üçüncüsü, demokratikleşme ile dinin özel alana çekilecek olması tezine, Aydınlanmanın bu teorilerine eleştiri getiren ilk modern sosyal kuramcılardan olan Alexis de Tocqueville (ö. 1859), siyasetin demokratikleşmesi ve ‘sıradan’ insanların siyasi arenaya girmesi ile dinin etkisinin daha da belirginleştireceğini iddia ederek itiraz eder.

Türkiye’nin demokrasi tarihi zaten Tocqueville’i haklı çıkarmaya yetecek bir örneklik teşkil ediyor. Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar ‘laiklik’ ilkesini benimsemiş olsa da, öyle ya da böyle sahip olduğu demokratik sistem aracılığı ile çevreden merkeze taşınabilme imkânı bulan muhafazakâr kitle, İslam’ı ve kendi dinî kaygılarını da siyasi alana taşımış oldular; böylelikle din, ülkenin siyasetinde ve sivil toplumsal hareketlerinde gözardı edilemeyecek bir gerçek olma hâlini hiçbir zaman yitirmedi.

Bu durum Türkiye ile de sınırlı değil; Amerika’da ve hattâ seküler Avrupa ülkelerinde bile din hâlâ siyasi tartışmaların ve toplumsal hareketlerin en merkezî konularından biri, belki de en önemlisi.

Bir süreliğine dünya işlerinden, kamusal ortamdan, siyasi ve ekonomik alandan uzak kalacağı öngörülen, hattâ öyle olması için çaba da sarf edilen din, görece bir çekilmeden sonra tekrar merkezî yerini eline almaya başladı.

Sadece Türkiye’ye değil, iki anlamıyla da ‘dünyaya’ çoktan ‘dönüş’ yaptı. Bundan sonra bu gerçeği gözardı ederek yapılacak tartışma ve analizler hep eksik kalmaya mahkûm olacak…

(Bu yazı 05.03.2015 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

DİNE KARŞI DİN

Meşhur İranlı düşünür Ali Şeriati, (1933-1977) en kısa ve özlü kitaplarından biri olan Dine Karşı Din isimli eserinde, din sosyolojisi açısından geçmişe ve günümüze ışık tutacak önemli bir tartışma yapar.

Şeriati’ye göre, tarihte dinin olmadığı bir toplum görülmemiştir ve eski insanlar hep “dinî” insanlardır; Tanrı’yı ve metafizik âlemi kabul etmeme anlamındaki “dinsizlik” o dönemlerde yoktur.

Bu durumda, şimdiye dek karşı karşıya gelen, her zaman ‘din ile din’ olmuştur; yoksa ‘din ile dinsizlik’ değil!

Yazar, bu tezini güçlendirmek için “küfr” ve ondan türeyen “kâfir” kavramlarına çok önemli bir açıklık getirerek, bu terimin dinsizlik ve ateizm anlamında kullanımının ortaçağdan sonra başladığını söyler. İslam’da ve antik uygarlık döneminde küfr’den bahsedildiğinde kastedilen, dinsizlik değil, “başka bir din”dir; her din, diğer bir dini küfr ile itham edebilmektedir.

İnanç konusundaki diğer hayati kavram olan “şirk” de tanrısızlık demek değildir; bilakis “müşrik”lerin çok sayıda tanrısı vardır. Hatta duyguları açısından müşrik de dindardır, fakat dinî veya İslami ölçüler açısından yanlış yola sapmıştır. Putperestlik de, sayısız “maddi ve gayr-ı maddi” biçimi olan şirkin sadece özel bir türüdür.

Ali Şeriati, din ile din çatışması derken, temelde iki tür dinî anlayış ve pratikten bahseder: “Tevhid dini” ve “şirk dini”.

Tevhid, her nesnenin, her insanın, her rengin, her türün, her tözün, her şeyin tek “bir yaratıcı”sının olduğuna inanmaktır. Tabii bu inancın bazı maddi tezahürleri de olacaktır: “Tevhid inancı aynı zamanda insanlığın birliği düşüncesini getirir. Soylar, ırklar arasındaki, bireyler ve haklar arasındaki birlik inancına iletir, değer yargılarının da birleştirilmesi hedefine yol açar.

Şirk dini”, tevhid inancının karşısındaki en saldırgan ve dirençli gücü oluşturur. Hz. Musa’ya en şiddetli direnci ve saldırganlığı gösterenlerden Samiri, Bel’am ve Karun, Hz. İsa’nın karşısındaki Ferisiler, Hz. Muhammed’in düşmanı olan Mekke müşrikleri, ve Hz. Ali’yle savaşan Benî Ümeyye de hep Tanrı’ya inanan insanlardı; fakat farklı din anlayışları vardı.

Yazar, tevhid dininin ana özelliklerini şöyle sıralar: Allah’a inanç ve kulluk, devrimcilik ve hamlecilik. Buna karşılık şirk dininin özelliği ise, bütün dini inançların saptırılması sayesinde, statükoyu meşru göstermek ve ona gerekçe hazırlamaktır. Böylece şirk dini kullanarak şunu yapmak ister: Halk toplumsal durumun zorunlu yani “kader” olduğuna inanarak baş eğmelidir.

Dine karşı olanların, dini doğuran sebepler olarak gösterdiği etkenler, aslında şirk dinini doğuran sebeplerdir: Bunlar; bilgisizlik, ayrımcılık, mülkiyet ilişkileri, sınıflı toplum olgusu ve bir sınıfın üstünlüğü olarak belirtilebilir.

Şeriati, Batı’da aydınların ve “özgürlük savaşçıları”nın Kilise ile olan mücadelelerini de “tevhid dini” ile “şirk dini” arasında bir çatışma olarak değerlendirir ve aydınların din hakkındaki bazı olumsuz yargılarından bahseder: “Din, uygarlıkla, ilerlemeyle, halkın yararlarıyla, özgürlükle bağdaşmaz, yahut hiç değilse bu gibi hedeflerle ilgisizdir.” Bu yargıyı, hatta “Dinin halkların afyonu olduğu” iddiasını da haklı görür, ancak, burada kastedilen dinin ‘şirk dini’ olduğunu savunur. Ona göre aydınlar, “Doğru bir yargılama, ama yanlış bir genelleme” yapmaktadırlar; çünkü ‘tevhid dini’ bu ithamları hak etmemektedir.

Bu argümanların günümüz Türkiye’si ve Müslüman coğrafyasıyla olan ilişkisini bir sonraki yazıda ele alalım…

(Bu yazı, 30.10.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)