Mustafa Öztürk’ü istifaya götüren Kur’an yorumu ve Türkiye’de sekülerleşme gerilimi

Dr. Emrah Çelik

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Tefsir profesörü olarak çalışan Mustafa Öztürk, 2019’da yaptığı bir konuşmasında ifade ettiği bazı fikirler nedeniyle sosyal medyada ağır bir linçe uğradı. Aslında kırk dakika süren bu konuşmanın iki dakikalık bölümü bir anda sosyal medyada yayıldı ve özellikle Twitter’da “#MustafaOzturkİhracEdilsin” etiketi ile gösterilen tepkilerde “Gençlerimizi zehirliyor”, “İnkarcı oryantalist”, “Sapık”, “Kur’an ayetlerini inkar ediyor”, “Bir ateist mantığı ile Kur’an’a saldırıyor”, “Bir kafirin bile yapamayacağı kadar ağır hakaretlerde bulunuyor”, “Açık açık Kur’an’ı yalanlıyor”, “Hz. Ömer olsaydı boynunu vururdu, dedelerimiz olsaydı darağacında sallandırırdı”, “İçimizdeki hain şeytanlar bunlar” vb. ifadeler yer aldı. Bu tepkilere takipçisi çok olan bazı kanaat önderlerinin ve bazı ünlülerin de eklenmesi ile konu çok sayıda insanın dikkatini ve tepkisini çekti ve sonuçta Mustafa Öztürk fakültedeki görevinden istifa ederek emekliliğe ayrılma kararı aldı.

Konuşmasında ne dedi?

Öztürk, söz konusu konuşmasında “vahiy” kavramının mahiyetini tartışıyor ve kendisini bu konuda düşünmeye sevk eden nedenleri örneklerle açıklıyor. Kur’an’da Allah’ın kendisini sık sık övmesini, bazı insanlara lanet ve beddua etmesini, gazap ile tehdit eden öfkeli bir dil kullanmasını, o dönemdeki belli bazı kişiler ve olaylarla ilgili ve onlara özel bazı yorumlar ve tepkilerde bulunmasını, deyim yerindeyse, bir Tanrı’ya ve onun “insanlığa gönderdiği son mesajı”na yakıştıramıyor ve aynı zamanda bunların diğer bazı İslami öğretilerle bir ‘tutarsızlık’ sergilediğini iddia ediyor. Bu nedenlerle vahyin niteliğiyle ilgili İslam düşünce tarihindeki başka yorumların da yardımıyla bu duruma bir açıklık getirmeye, başka bir deyişle, Kur’an’ın lafzını Peygamber’e hamlederek bu ‘tutarsızlığa’ bir çözüm üretmeye çalışıyor:

“Acaba, diyorum, gazabı olsun, kendini övmesi, övünmesi olsun, laneti vs. olsun, acaba Resulullah bir tür Hermes gibi… Hani Hermes’i biliyorsunuz; mitolojide Tanrı’nın mesajını, insan idraki tarafından kuşatılamayacağı için, o mesajın insan diline çevirisini, aktarımını Hermes üstlenir; bir tür elçilik yapar. Peygamber de Allah’ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi?” Öztürk böylece antropomorfizme, yani insan biçimci Tanrı tasavvuruna kapı aralayabilen ayetlerle ilgili de bir açıklama sunuyor: “[Peygamber] bu aktarımda Tanrı’yla ontolojik bir yakınlığı olmadığı için, Tanrı gibi düşünemeyeceği, Tanrı gibi davranamayacağı için insanca davranacaktır ve ister istemez hem dilinin kısıtlılıkları hem de insan olma özellikleri itibarıyla Tanrıyı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır. Mesela Tanrıyı memnun etmeyi rahmet ile, mükafat ile anlatacaktır, Tanrı’nın sözünü tutmamayı, ‘Bakın kızdırırsınız, gazaba getirirsiniz, öfkelendirirsiniz, size bağırır çağırır, hatta ceza verir!’ şeklinde, yine insan algısı üzerinden Tanrı’ya bir sıfat atfedecektir.”

Kendisinin de konuşmasında Eski Ahit’ten naklederek söylediği gibi, “Güneşin altında yeni bir şey yok”; aslında hem Allah’ın kendisini övmesi konusu, hem de vahyin yalnızca “mana” olarak mı yoksa “hem mana hem de lafız” olarak mı Allah’tan geldiği, ayrıca Kur’an’ın yaratılmış (mahluk) olup olmadığı gibi konular İslam tarihinde kimi zaman büyük gerilimlere neden olacak şekilde zaten konuşulup tartışılmıştı. Peki bu konular İlahiyat fakültelerinde derslerde zaten işlenirken ve bir gerilime neden olmazken neden bu konuşma bazı muhafazakarlar arasında büyük tepkilere yol açtı?

Tepkilerin ardındaki nedenler

Hızla bir linçe dönüşen tepkilerin nedenleri arasında daha çok Profesör Öztürk’ün sert ve çatışmacı üslubundan bahsediliyor, aynı konuyu farklı bir üslupla anlatsaydı bu kadar büyük bir tepkiyle karşılaşmayacağı öne sürülüyor. Bunun yanı sıra, son zamanlarda Türkiye’deki cemaat ve tarikatlarla ilgili yaptığı eleştirel yorumların, siyasi iktidarla ilişkileri iyi olan ve olmayan bazı İslami grupları rahatsız ettiği ve bu linçin onlar tarafından organize edildiği, en azından desteklendiği yorumu da yapılıyor. Bu gibi ihtimalleri yok saymamakla birlikte, ben temel nedenin başka bir yerde olduğunu düşünüyorum: Öztürk’ün bu düşünceleri sadece nakletmek yerine, bizzat sahiplenip argümanlarını temellendirerek ısrarla savunması ve bu savunuyu kamuya da açık olacak şekilde çekinmeden yapabilmesi. (Zira hem bu video özel bir konuşmanın gizlice kaydedilip sonra sızdırılmış hali değildi, hem de Öztürk bu ve benzeri fikirlerini farklı platformlarda zaten dile getirmişti.)

Türkiye’de her ne kadar farklı dini yorumlar mevcut olsa da, güçlü ve baskın olan gelenekçi ve muhafazakar İslam anlayışıdır ve bu anlayış, İslam’ın kaynaklarını ve tarihini seçici bir şekilde okumayı tercih ederek ana akım ya da ortodoks anlayışa zıt düşünceleri ya yok sayar ve söz konusu etmez, ya da “batıl” ve “sapık” olmakla itham ederek yine eşit bir tartışma zeminine getirmekten kaçınır. Muhafazakar-gelenekçi tepki ve baskılara maruz kalmamak için, ana akım anlayışın dışındaki görüşleri en fazla kendinizi soyutlayarak ve “Böyle düşünenler de var” diyerek sunabilirsiniz; aksi takdirde, yani bu fikirleri benimsediğinizi açıkça dile getirip savunduğunuzda ise dışlanmaya, aşırı tepkilere ve tehditlere maruz kalmanız neredeyse kaçınılmaz olur.

Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de devletin Sünni-Hanefi İslam anlayışına sahip çıkmasının ve diğerlerini yok saymasının etkisiyle, Diyanet ve İmam-Hatipler gibi, İlahiyat fakülteleri de bütün dinlere ve özelde İslami yorumlara eşit mesafede tutum sergileyen, kuşatıcı ve eleştirel bir anlayışa sahip olmak yerine, muhafazakar-gelenekçi bir Sünni-Hanefi din anlayışını öğretmeyi ve hatta benimsetmeyi amaçlayan kurumlar olagelmiştir. Bu durumun istisnası olabilen birkaç fakülteden en önemlisi, “tarihselci” yorumun baskın olduğu Ankara İlahiyat’tır ve bu okuldaki hocalar ve yaptıkları yayınlar 90’lardan beri muhafazakar çevreleri rahatsız etmiştir. Çünkü tarihselci anlayış, İslami geleneğin bazı kutsallarına dokunan, onların aslında dokunulmaz kutsallar olmadığını, günümüzün şartlarına göre yeniden yorumlanabileceğini ya da değiştirilebileceğini iddia eden bir yaklaşımdır.

Bu tarihselci akımın Türkiye’deki en önemli ve güçlü temsilcilerinden biri olan Mustafa Öztürk’ün bir ilahiyat profesörü olarak ‘içeriden’ konuşması, özellikle son yıllarda medyada etkili bir şekilde yer alması ve Marmara İlahiyat gibi en önde gelen “gelenekçi” okullardan birinde görev yapmaya başlaması, dolayısıyla düşüncelerini daha geniş kitlelere daha etkili bir şekilde anlatabilmesi, bu rahatsızlığı ve tahammülsüzlüğü daha da körükledi.

İlahiyatçılar da sekülerleşir

Son yıllarda Türkiye’nin gündemini zaman zaman meşgul eden konulardan biri, gençlerin dinden uzaklaşmaları, diğer bir ifadeyle, sekülerleşmeleri. Yapılan sosyolojik araştırmaların da ortaya çıkardığı gibi, Türkiye toplumunda, dini inanç ve pratiklerin azalması, kurumsal dini reddetme, dini kişisel-özel alanla sınırlandırma ve siyaset, ekonomi ve bilim gibi alanların dini kurum ve normlardan bağımsız olmasını savunma gibi çeşitli şekillerde gerçekleşen bir sekülerleşme eğilimi git gide artıyor. Gözden kaçırılan nokta ise, bu durumun sadece gençler arasında değil, orta ve ileri yaş gruplarında da görüldüğü ve hatta bazı ilahiyatçılar ve dindar düşünürler arasında da aynı değişim sancılarının yaşandığı gerçeği. Felsefeci Dücane Cündioğlu ve İlahiyatçı Mustafa Öztürk, bu bağlamda en dikkat çeken isimlerden.

Geçmişiyle hesaplaşıp bazı fikirlerini ve hatta bazı inançlarını değiştirme açısından Öztürk’ü öne çıkaran özelliklerinden biri, hem kendi geçmişiyle hem de dini gelenek ve metinlerle ‘hesaplaşmasını’ dolambaçlı ve muğlak ifadelerle değil, görece açık yüreklilikle ve net bir şekilde yapıyor olması. Bunda kendi uzmanlık alanının doğrudan dini metinler olmasının etkisi yadsınamaz tabii ki. İstifasının ardından Ruşen Çakır’ın programına konuk olduğunda kurumsal dinle bağlantılarını kopardığını ilan eden Öztürk, eleştirilere konu olan konuşmasında kendisiyle ilgili durumu şu şekilde dile getiriyordu:

“Önce kendi sorunlarım, onlarla hesaplaşıyorum. Neye niçin inandığımı emek vererek ben kazanmaya çalışıyorum. Öğrendim ki, bana ne İmam-Hatip’te öğretilenin ne İlahiyat’ta öğretilenin hiçbir dayanma ve savunma gücü yok. Kendi aramızda birbirimizi kandırarak gidiyoruz. Dışarıdan bir taş geldi mi başımız yarılıyor, ayakta duramıyoruz; üfleseler düşüyoruz. Din bu kadar nahif, bu kadar kırılgan, bu kadar çürük temelli bir şey olamaz yahu! Arkadaş, bunun ayağının sağlam basması lazım! Sağlam basması için de, size gelenekte telkin yoluyla öğretilenlerle tek tek hesaplaşacaksınız, bunun sağlamasını yapacaksınız.”

Öztürk “dışarıdan gelen taş” derken dine yöneltilen ateist ya da akılcı eleştirileri kastediyor ve bu aslında, yakın zamanda tamamladığım nitel araştırmanın sonucunda da ortaya çıktığı gibi, Türkiye’de yaşanan sekülerleşmenin en önemli nedenlerinden biriyle çok yakından ilgili: Karşılaşmalar ve etkileşimler. Kapitalizm, küreselleşme, kentleşme, eğitim, bilimsel gelişmeler, özellikle de ulaşım ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi gibi nedenlerle insanlar artık çok farklı yaşam tarzları, dünya görüşleri ve kültürlerle karşılaşma imkanına sahipler. Bu karşılaşmalar ister istemez çeşitli şekillerde iletişim ve etkileşim kanalları açıyor ve bunların sonucunda sekülerleşme gibi birtakım değişimler yaşanabiliyor. Örneğin bazı müslümanlar gerçek hayatta belki de hiç karşılaşmayacakları insanlar ve fikirlerle internet ortamında iletişime geçip, sonrasında kendi inançlarını ve kültürel kabullerini sorgulamaya başlayabiliyorlar.

Sekülerleşmeye direnirken aslında süreci hızlandırmak

Söz konusu sekülerleşme sürecinde insanlar, kimi durumlarda bazı inançlarının mutlak ve tek doğru olduğuna dair kesin kabullerini terk ediyorlar, kimi zaman ilahi ve kutsal olan ile insani ve dünyevi olan arasındaki sınırın tam olarak neresi olduğu konusu gündeme geliyor, bazen de en azından bazı dini hükümlerin evrensel mi tarihsel mi olduğu sorusu hayati bir önem kazanıyor. Tam bu noktada İlahiyatçıların ve dindar kanaat önderlerinin rolü ortaya çıkıyor; onların verdiği zihin açıcı ya da kapatıcı cevaplar, insanların dine karşı tutumunda, bahsettiğim soruların cevaplarına yönelik arayışlarında olumlu veya olumsuz büyük bir etkiye sahip. Yine kendi araştırmamın sonuçlarından biri: Gençler dini hüküm ve öğretilerin ve geleneksel dini söylemlerin tutarsız, mantıksız ve yetersiz buldukları yanlarını sorguladıklarında terslenir veya cevapsız bırakılırsa, bu tepkiler yakın ya da uzun vadede din ile ilişkilerine olumsuz yansıyor. Öztürk bu konuda kendi tutumunu ve kaygılarını şöyle anlatıyor:

“Siz ama bu gidişle, bu sitelerde yangın yerine dönen bu İslam aleyhindeki söylemlerin bir tanesine bile cevap veremezsiniz. Ben verdim mi? Verip vermediğimi bilmiyorum. (…) Kendi çocuklarımdan pay biçerek, şurada dışarıdakilere el uzatabilir miyim, hala Cenab-ı Allah’ın bu insanlığa bir imkan olarak gönderdiği bu dini, insanlığın bir eksiğini, bir kusurunu, bir ayıbını örtmesi için istihdam edebilir miyim, bir işe yarar hale getirebilir miyim, birinin, yuvarlananın elini tutabilir miyim derdindeyim ve ben yeni bir dil kurmak zorundayım. (…) Benim beynimi yakıyor sorular. Aklın Gözü sitesinin çocukları bana yirmi tane e-mail atıyorlar her gece! ‘Hocam bu nasıl, şu nasıl?’ Sana atan var mı? Siz işi çözmüşsünüz: ‘Oğlum ister inan ister inanma, zorla mı inandıracağım?’ Bu mudur yani?!”

Mustafa Öztürk’ün görüşlerinin doğruluğu ya da yanlışlığı bir tarafa, kabul edilip saygı gösterilmesi gereken, hem kendisi için hem de ona soru soranlar için tutarlılık kaygısıyla bir din anlayışı ve dili geliştirme çabası içinde olduğu gerçeği. Sonucu ne olursa olsun bu çabayı saygıyla karşılamak gerekirken, aksine, zaten İslam tarihinde farklı versiyonlarıyla büyük oranda dile getirilmiş olan bu görüşlerin sahiplenilmesine karşı gösterilen tahammülsüzlüğün altında büyük bir sekülerleşme korkusu yatıyor ve yaşanan gerilim de bu korkuyla doğrudan ilişkili. Gelgelelim, eski dönemlerin metodları ve refleksleriyle tartışmalı ve sorunlu konuların üstünü örtmek, ‘sadece ilmi mahfillerde’ tartışılması gereken konuların listesini oluşturmak ve farklı sesleri bastırabilmek, bugünün dünyası ve imkanları içinde artık imkansız. Üstelik çoğulculuğa ve açıkça konuşup tartışmaya aykırı bütün bu tutumlar, endişe edildiği için büyük bir telaş, öfke ve panik içinde engellenmeye çalışılan değişim dalgasını daha da hızlandırıp büyütmekten başka bir sonuç getirmeyecektir.

(Bu yazı 06/12/2020 tarihinde, Euronews haber sitesinde yayımlanmıştır.)

SEKÜLERLEŞME

Geçen hafta, bir süreliğine ‘görece’ bir geri çekilme yaşayan dinin ‘dünyaya’ tekrar dönüşünden bahsetmiştim. Bu bağlamda, ‘sekülerleşme’ konusundaki nitelikli çalışmalarıyla önde gelen isimlerden olan José Casanova’nın din ve sekülerlik anlayışına değineceğim.

Casanova, sekülerleşmenin üç anlamı olduğunu söyler.

Birincisi, dinî inanç ve pratiklerin modern toplumlarda azalması.

İkincisi, dinin özelleşmesi (privatization), yani özel alanda yaşanır hâle gelmesi.

Ve üçüncüsü, devlet, ekonomi ve bilim gibi alanların seküler olarak ayrışmaları (differentiation), yani bu alanların dinî kurum ve normlardan “özgürleşmeleri” (emancipation).

Bu üçlü ayrımı yaptıktan sonra Casanova, bu üç önermenin de birbirinden bağımsız bir şekilde ele alınmasını ve terimin bu üç anlamının da farklı toplumlar ve medeniyetler için karşılaştırmalı tarihsel analizler yapılarak tartışılmasını önerir.

Bu şekilde yaklaşılmadığı zaman, bırakalım Asya, Uzakdoğu ve Ortadoğu toplumlarını, Amerika ve Avrupa toplumlarında dinin yerini tartışan din sosyologlarının dahi anlaşabilmesi çok zor görünüyor.

Çünkü hem sekülerleşmeye verdikleri anlamlar farklılık içeriyor, hem de iki kıtanın toplumları birbirinden farklı toplumsal ve siyasi tecrübeler yaşıyorlar.

Katolik ve Protestan Hıristiyanlık arasında büyük farklar olduğu gibi Luteran Protestanlik ve Kalvinist Protestanlık arasında da önemli farklar var. Bu farklılıklar, çok sayıda “Batı modernleşmesi”ne ve çok sayıda sekülerleşme tecrübesine neden oldu.

Örneğin Latin- Katolik kültürel alanında ve genel olarak kıta Avrupa’sında din ile seküler alanlar arasında, yani Katolik Kilisesi ile modern bilim, modern devlet ve modern kapitalizm ile bir çatışma (collision) sözkonusu idi. Bunun sonucunda da sekülarizm, dine (özelde Kilise’ye) karşı sert ve eleştirel oldu. Modernite, aklı, özgürlüğü ve dünyevi işleri dinden özgürleştirme çabasına girdi. Katı sınırlar çizildi, din kenara ve özel alana itildi.

Anglo- Protestan kültürel alanında ve özellikle Amerika’da ise bunun tersine, din ile seküler alanlar arasında “gizli bir anlaşma” (collusion) olageldi. Amerikan Protestanlığı ile kapitalizm arasında, din ile bilim arasında çok az bir gerilim yaşandı, ve Amerikan Aydınlanması din karşıtı bir tutuma girmedi.

Hattâ kilisenin devletten ayrılmasına yönelik maddenin anayasaya eklenmesi dahi, Casanova’ya göre, dinî özgürlüklerin ‘devletin müdahalelerinden korunması’ amacıyla yapılmıştı. Avrupa’nın tecrübe ettiği Kilise kurumu ile karşılaşmayıp, doğrudan modern seküler bir devletin içinde neşet ettiği için Avrupa’nın sekülerleşme sürecini Amerika yaşamadı…

Batı’nın kendi içinde bile sözkonusu terimin tespitine yönelik çaba bu kadar problemler içerirken, tartışmaya diğer dinler, özelde de müslüman toplumlar girdiği zaman bir mutabakata varmak, Batı’nın sekülerleşme tartışmalarını müslüman toplumları da kapsayacak şekilde genellemek imkânsız hâle geliyor.

Bu durum da, hem İslam’ın kendi teolojisini, hukuk ve ahlak prensipleri sosyolojinin gözüyle yeniden incelemeyi, hem de müslüman toplumların yaşadıkları siyasi ve toplumsal tecrübelerin, yani her birinin sekülerleşme süreciyle ve seküler devletlerle olan ilişkilerinin analiz edilerek kendi özel kavramlarının ve sorunlarının ortaya çıkarılmasını gerektiriyor.

(Bu yazı, 12.03.2015 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)