Eski Ahit’te anlatılan bir hikâyeye göre, insanların hepsi bir zamanlar aynı dili konuşuyordu.
Bir gün Babil’de buluştular ve çok yüksek bir kule inşa etmeye karar verdiler. Bu kule o kadar yüksek olacaktı ki, gökyüzüne kadar ulaştıktan sonra onlara tanrısal bir güç verecekti.
Tanrı, insanların hangi amaçla ne inşa ettiklerine bakmak için yeryüzüne indi ve tedirgin bir şekilde, “Bunlar bu şekilde devam ederlerse iş çığırından çıkacak!” dedi.
“Bu böyle gitmez; onların dilini farklılaştırayım ki birbirleriyle konuşamasınlar ve asla anlaşamasınlar. Böylece onların bu inşaatına bir son vermiş oluruz.”
Kıssaya göre Tanrı dediği gibi de yapar. Bir anda insanlar farklı farklı diller konuşmaya başlarlar, birbirlerini anlayamaz ve birlikte çalışamaz hâle gelirler.
Böylece Babil kulesini yapmaktan vazgeçen, daha doğrusu yapamaz hâle gelen halkların her biri kendi dilleriyle yeryüzüne dağılırlar.
Kur’an’da çok küçük bir kısmı geçen Tevrat’ın bu hikâyesi, sonucu açısından bizim toplumumuzun hâli için de geçerli sanki.
Ortak ve resmî bir dilimiz olmasına rağmen o kadar farklı ‘diller’ konuşuyoruz ki, aynen Babil halkı gibi saatlerce konuşsak, sayfalarca yazsak da birbirimizi anlayamıyor, birlikte uzun süreli güzel işlere imza atamıyoruz.
Aynı topraklarda, aynı tarihi, ve hemen hemen aynı kültürü yaşayan insanlar olmamıza rağmen en temel kavramlarda dahi bir mutabakat sağlayamıyoruz. Kavramlarda bile bir uzlaşma olmayınca ise, hâliyle çoğu tartışmalar yeni anlaşmazlıklarla sonuçlanıyor.
Mevcut yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızla, insan kaynaklarımızla ülkemizin çok daha hızla gelişip büyümesi mümkün iken, sırf bu ayrışmalar ve kutuplaşmalardan dolayı kapasitemizin çok gerisinde ilerliyoruz.
Atalarımız ya da bizler, haddimizi aşan bir güce ulaşmak için büyük bir kibir ve hırs mı gösterdik acaba? Veya daha başka, adını koyamadığımız yanlışlar mı yaptık ki aynen Babil halkı gibi birbirimizin dilinden anlamaz, beraber iş yapamaz hâle geldik?
Diğer ülke ve halklarla olan ayrılıklarımız bir tarafa, kendi ülkemiz içinde o kadar farklılaşmalar yaşıyoruz ki, mütemadiyen yeni taraflar ve kutuplar üretiyoruz.
Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik-dindar kutuplaşmaları artık eski tadını vermiyor olsa gerek, bunların altlarında yepyeni cephe başlıkları atılıyor.
Anlaşılan, şimdi de dindarların içinde yeni bir büyük ‘dil farklılaşması’ başlayacak; belirtiler onu gösteriyor.
Her kutuplaşma sürecindeki gibi yine herkes bir şeyler söylediği hâlde kimse birbirini anlamıyor ya da anlamaya çalışmıyor.
Özellikle sosyal medyada yaşanan ‘laf yarışları’nda, hep birlikte ülkemiz için en doğru olanı aramak yerine kimin sesi daha üstün gelecek, hangi taraf öteki tarafı susturacak, yer yer onun mücadelesine tanık oluyoruz.
Yazanların ve konuşanların neyi hangi argümanlarla söylediklerinden ziyade, son tahlilde hangi tarafta yer aldıklarına, kimi desteklediklerine daha büyük önemler atfediliyor.
Bunca çatışma ortamı bizi iki sonuçtan birine götürecek; ya Babil halkı gibi anlaşmazlıklar içinde dağılacağız, ya da gerçek anlamda demokrasinin ve özgürlüğün ne olduğunu bu şekilde, çatışa çatışa öğrenip uygulayacağız.
Ben her şeye rağmen ikinci ihtimali daha kuvvetli görmek istiyorum; yeter ki bu çarpışmalar sürecinde, önümüzdeki onyıllarda filizlenmesi muhtemel yeni ayrılık ve çatışma tohumları serpilmesin etrafa.