(Bu yazı ilk olarak 05.12.2013 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)
Biz aslında çok ‘inançlı’ bir toplumuz. Dindarından sekülerine, ateistinden agnostiğine kadar çoğumuz gereğinden de fazla inançlı insanlarız.
Allah’a inanmak ve dindar olmak anlamında kullanmıyorum bu ifadeyi. Herhangi bir konuyu rasyonel zemininden çıkarıp hemen bir inanma objesi hâline getirme eğiliminden bahsediyorum.
En rasyonel ya da bilimsel konular bile bir aşamadan sonra yerini inanca bırakır; bunu yadsımıyorum. En akıl ve mantığa açık dinler bile bir yerden sonra bazı konuları “gayb” olarak adlandırır ve müntesiplerinden koşulsuz iman beklerler; bunun da farkındayım.
Bizim sorunumuz, inanç eşiğimizi çok aşağıya indirmemiz ve gündelik psikolojik, sosyal ve siyasi konularımızı ele alırken bile ilk fırsatta kendimizi inanıp güveneceğimiz ellere teslim etme eğiliminde olmamız.
Detaylıca araştırıp düşünmektense bir an önce bir mercie teslim olup rahatlamak istiyoruz. ‘İnançsızlık’ rahatsız edici bir şeydir çünkü. Şüphe yorucudur. Cevap bekleyen sorular insanın huzurunu bozar.
Bu yüzden kendimizi bir lidere veya ideolojiye teslim edip soruların yükünü onların üzerine atmaya ve böylece ‘huzurlu’ yaşamaya meyilliyiz. Bir kere meyledince de artık yorumlarımızı, adeta kusursuzluğuna inandığımız liderlerin ya da ideolojilerin duvarlarına yaslanarak yaparız.
Rahatımızı kaçırmamak için kendimiz gibi düşünenlerle oturup konuşur, bizi destekleyecek gazete ve yazarları okuyup onların fikirleriyle besleniriz. Böylece, her ‘düşünme’ egzersizinin ardından, aslında ne kadar da doğru bir yerde mevzilendiğimizin sevincini yaşarız.
Şimdiye dek en büyük inançlardan biri Osmanlı ve Cumhuriyet üzerineydi. En az iki farklı Osmanlı ve iki farklı Cumhuriyet vardı ülkede konuşulan. Konular, güvenilir tarihçilerin açık delillerine dayanarak ve kapsamlı bir şekilde değil, çoğunlukla toptancı bir şekilde, iyi ve kötü dikotomisiyle tartışılırdı.
Bir taraf bütün iyiliklerin adresi olarak Osmanlı’yı, bütün kötülüklerin sorumlusu olarak da Cumhuriyet’i gösterir, diğer taraf ise tam tersini yapardı. Yorumlar inançları haklı çıkarmak üzere yapılınca da, bazıları örneğin “kardeş katli”ni, bazıları da “Dersim katliamı”nı rahatlıkla savunabilir hâle gelirdi.
Fikirlerin değil inanışların karşılaştığı tartışmaların sonunda herkesin Osmanlı’sı kendine, herkesin Cumhuriyet’i de kendine oluyor, herkes ‘düşünsel serüvenine’ kaldığı yerden devam ediyordu.
Osmanlı ve Cumhuriyet ile rasyonel bir zeminde henüz yüzleşmediğimiz gibi maalesef hafızalarımıza yeni yeni inanç konuları ekliyoruz.
Örneğin çoğu insan için Gezi Parkı protestosu, siyasi ve sosyolojik bir araştırma konusu olmaktan ziyade bir inanma konusu artık. “Gezi’nin yanlışları da vardı” dediğinizde bir kesim, “Gezi’nin güzel tarafları da vardı” dediğinizde de başka bir kesimce hızla etiketlenebiliyor, keskin bir şekilde ‘aforoz’ edilebiliyorsunuz.
Son yaşanan “dershane olayını” da şimdiden inanç hâline dönüştürenler oldu. Ama yine de bu konu toplumun önemli bir kesiminde sarsıntıya yol açtı. Çoğu insan inanç ile şüphe arasında gidip geliyor, son hükmünü vermekte aceleci davranamıyor, tereddüt geçiriyor.
Önceden şüphesiz bir şekilde fikirlerine teslim olunan liderler şimdi sorgulanıyor, yanlış yapma ihtimalleri sözkonusu ediliyor. Ortalıkta “deliller” ve yorumlar dolaşıyor. Güç, iktidar, sivil toplum, devlet, fitne, kargaşa, muhalefet gibi kavramlar yeniden düşünülüyor.
Bu süreç, taşıdığı büyük risklerin yanı sıra, toplumumuz için ‘beklenmeyen iyi sonuçlar’ da doğurabilecek gibi görünüyor; sağlıklı bir bireyselleşme gibi, ‘inanç’ eşiğini makul bir seviyeye yaklaştırmak gibi.
Yeter ki aktörler “oyunu” kurallarına göre oynasın.