(Bu yazı ilk olarak 12.12.2013 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)
Bizim ayrışmalarımız ve gruplaşmalarımız sadece sağ-sol, dindar-seküler, Türk-Kürt vs. arasında değildir. Bu gruplaşmacı toplumsal yapıdan dindarlar da yeterince nasibini almış durumda. Bir çatı altında toplanmış sol, seküler, Alevi vs. gruplarımız olmadığı gibi, yekpare bir Sünni- dindar kitlemiz de yok.
Türkiye’nin dindarları ya da farklı dinî grupları arasında bugünlerde yaşanan sorunlar aslında pek de yeni sayılmaz. Şimdi tanık olunan durum, eski bir hâlin biraz değişik bir şekilde devam etmesinden başka bir şey değil. Olay sadece bir süreliğine açılan bir ‘parantezin’ kapanmasından ibaret.
Doksanlı yıllarda bizzat şahit olduğum gerilimler hâlihazırda yaşananlardan çok daha fazlaydı aslında. Bugünkü ayrışmaların ve mesafeli ilişkilerin benzerleri o yıllarda da görülüyordu.
Kendi projelerine destek vermeyenleri “kâfir” olmakla suçlayanından, imam- hatip liseleri aleyhinde propaganda yapanlarına; Diyanet İşleri Başkanlığı’nı dinî konularda meşru bir otorite olarak görmeyeninden farklı din müntesipleriyle, örneğin Fener Rum Patriği ile görüşenleri “münafık” ilan edenlerine kadar çok ‘renkli’ bir gerilim vardı.
Bazıları Diyanet imamlarının arkasında namaz kılmaz, bazıları seküler bir devletin işlerini yaparak hayatlarını kazanıyorlar gerekçesiyle devlet memurlarının evlerinde yemek yemezlerdi.
Farklılaşma, siyasi görüşlerde de kendini gösteriyordu. Her fırsatta Demirel propagandası yapan da vardı, Özal’ı özleyen de, Erbakan’ın davasına hayatını veren de.
Kimileri dinî bir motivasyonla her fırsatta kendi destekledikleri siyasi partinin propagandasını yapıyordu. Kimi apolitik kalarak her siyasi partiye aynı mesafede durmayı tercih ediyordu. Kimi de seçimlerde oy kullanmayı “haram” olarak görüyor ve İran’dakine benzer bir siyasi sistemin Türkiye’ye de getirilmesi gerektiğine inanıyordu.
28 Şubat, bütün o olağanüstü hâle gelmeye başlayan gerilimleri bir anda bıçak gibi kesti. Aynı baskının ve zulmün mağduru olmak, aynı devletin düşmanı ilan edilmek, aynı gerekçelerle suçlanmak, dindarları çok hızlı şekilde biraraya getirdi.
Devletin nazarında artık neredeyse her yapılan dinî faaliyet “irtica” idi, aktif her dindar ise “mürteci”.
Daha birkaç yıl öncesine kadar ortalıkta “tekfirlerin” bile dolaştığı bu gerilimli ilişki şekli, 28 Şubat süreciyle birlikte yerini büyük oranda sempatiye bıraktı.
Bu süreçte iç içe geçmeler olmasa bile yan yana olmalarda bariz artış görüldü. Bunun en açık örneği, Milli Görüş hareketinden ayrılarak Başbakan Erdoğan önderliğinde AK Parti’yi kuran “yenilikçiler” grubu ile Gülen Cemaati’nin, ya da bugünlerde tercih edilen ismiyle “Hizmet Hareketi”nin uzun süre devam eden ‘yol arkadaşlığı’ idi.
Türkiye’nin askerî vesayetten kurtarılıp daha demokratik bir ülke hâline getirilmesi ve dindarlar üzerindeki devlet baskısının kaldırılması gibi ortak amaçlarla biraraya gelen bu iki harekete diğer dinî grupların çoğu da farklı şekillerde destek ve sempatilerini gösterdiler.
Ama, “dershane olayı”nda çeşitli grup ya da düşünce akımlarını benimseyen dindarların söylemlerine bakılırsa, 28 Şubat sonrasında başlayan ve yaklaşık on yıl süren bu birlikte çalışma ve uzlaşma parantezi bugünlerde kapanmak üzere denebilir.
Hâlihazırda yaşanan gerginlik ve kullanılan dil, bu ayrışma sürecinde önceden yaşanan tatsız tecrübelerin tekrar yaşanma ihtimalinin varlığını gösteriyor
Önümüzdeki aylar ve yıllar, parantez içindeki ara dönemde dindarların demokrasiyi ve çoğulculuğu aslında ne derecede benimsediklerini gösteren bir sınav süreci olacak…