Son günlerde ülkemizde yaşanan olaylar bir hayli kafa konforunu bozucu cinsten. Kimin iyi kimin kötü, kimin samimi kimin değil, kimin ülke menfaatini düşünüp kimin farklı yanlış emeller peşinde koştuğu sorularına cevap arıyor herkes.
Aslında Gezi’de de benzer bir durum oluşmuş, ama çok kısa sürmüştü. Çünkü her ne kadar eylemciler arasında dindarlar olsa da Gezi, ana gövdesi itibariyle seküler bir hareketti; dolayısıyla eylemciler AK Parti’nin tabanıyla “ayrı dünyaların” insanları idi.
Öteki Türkiye’de yaşayan o insanların din anlayışları, din ile ilişkileri ve vatanseverlikleri nasıldır, pek fikirleri yoktu; aksine onlarca yıllık birikmiş önyargıları vardı.
Bu durumda hükümet ve destekçileri, Gezi eylemcilerini diledikleri şekilde tanımlayıp ‘düşman’ ilan ettikten sonra parti tabanının saflarını sıklaştırma konusunda oldukça ‘başarılı’ oldular.
Camide içki içme söylentisi ve Gezi Parkı dışındaki eylem yerlerinde bazı Ulusalcı eylemcilerin başörtülüleri taciz etmesi olayları, din meselesi üzerinden kutuplaşmayı kolaylaştırdı ve sonuçta Gezi olayları sürecindeki algı yönetimi mücadelesinin galibi hükümet oldu.
AK Parti ile Gülen Cemaati arasında yaşanan, dershanelerin kapatılmasını protesto ile başlayan gerilim bu açıdan çok daha farklı.
Uzun bir süredir ittifak hâlinde işler yapmış olmaları bir yana, iki taraf da ülkenin en köklü dinî hareketlerinden ikisini temsil ediyor ve iki taraf da argümanlarını güçlendirmek için dinî bir retorik kullanıyor.
Bu durumda, özellikle de ülkenin muhafazakâr kitlesi için kimin daha dindar, İslami duyarlılığa sahip, “samimi” ve kimin daha vatansever olduğuna karar vermek o kadar kolay değil.
Hükümet cenahı her ne kadar “karşı taraf”ı Gezi’dekine benzer şekilde dinî kavramlarla, örneğin “fitnecilik” ile itham etmeye çalışsa da, bu sözler tam olarak hedefine ulaşmıyor ve muhafazakâr kitlenin genelini Gezi’deki kadar hızlı bir şekilde ikna edemiyor.
İki taraf da Kur’an ayetlerine, Hadislere, İslam tarihinin parlak ve karanlık dönemlerine referanslarda bulunuyor, kendilerini bazı sembol isimlere, muhataplarını da başkalarına benzetebiliyor.
Böylelikle de, İslami açıdan en doğru olanın kendi düşünceleri ve politikaları olduğu konusunda kendi kitlelerini ikna edebiliyorlar.
Geçen hafta da değindiğim gibi, aslında farklı dinî cemaatler ve müntesipleri arasında buna benzeyen, hatta daha yüksek tansiyonlu zıtlaşmalar önceden de vardı.
Bugünlerde bu zıtlığın belirgin bir şekilde görülebilir olmasının sebebi, taraflardan birinin ülkenin en güçlü siyasi partisine, diğerinin de ülkenin en güçlü sivil toplum kuruluşuna sahip olması ve bu iki kurumun bir süredir devam eden ittifaklarını açık bir şekilde bitirmeleri.
Bu zıtlaşma ya da çatışma durumunun çok çeşitli siyasi, sosyal ve ideolojik sonuçları olacak gibi görünüyor şimdiden. Bunlardan en önemlilerinden biri, siyasal İslam ya da İslamcılık ideolojisinin tekrar ciddi şekilde tartışılır hâle gelecek olması.
Sözkonusu iki muhafazakâr kuruluş arasındaki anlaşmazlıklar ve son günlerde ortaya çıkıp “muhafazakâr” hükümet partisi ile ilgili önemli soru işaretlerine sebep olan belgeler ve bilgiler, siyasal İslamcılığın niteliği, sonuçları ve bir sistem olarak güvenilirliği konularında kayda değer tartışmalar doğuracak görünüyor.
Buna karşılık, Anglosakson tarzında seküler ve gerçek anlamda bir sosyal-hukuk devletinin Türkiye için en uygun model olduğunun daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum.