Başbakan’ı bir anda ve arka arkaya büyük suçlamalara muhatap olarak görmek, muhafazakâr seçmen kitlede büyük bir şok etkisi yaptı. Pek hazır olunmayan bu ani gelişmeler karşısında çoğunluğun ilk tepkisi, hükümeti ‘bazı şeylere rağmen’ savunmak şeklinde tezahür etti.
Bu tavır alışın gerekçelerini açıklarken geçen hafta bahsettiğim dört faktör, bilhassa Erdoğan’ın ve partisinin dinî ya da muhafazakâr değerlere sahip çıkıyor olması mevcut destek için tek başına yeterli değil tabii ki.
AK Parti’nin başından beri ülkenin demokratikleşmesine ve ekonominin ileri seviyelere yükseltilmesine çok önemli katkıları oldu. Sorunlu koalisyon dönemlerinden sonra güçlü bir tek parti iktidarının ülkeye getirdiği ‘istikrarlı ortam’ da üstüne eklenince, halk büyük oranda memnun oldu. Erdoğan’ın bir şekilde iktidardan çekilmesi durumunda işte bu istikrarın kaybolacağına ve ‘güçlü Türkiye’nin tekrar eski hâline gerileyeceğine dair güçlü bir kanaat hâkim.
Alternatifsizlik, 2000’li yıllardaki Türkiye siyasetinin gözardı edilemeyecek bir gerçeği. Aslında seçmenin AK Parti ile ilgili birtakım memnuniyetsizlikleri olmasına rağmen alternatif ve güçlü bir başka muhafazakâr parti olmadığı için, her hâlükârda AK Parti’nin yıpratılmaması gerektiği, aksi takdirde son on bir yıldaki kazanımların kaybedileceği düşüncesi oldukça yaygın.
Ekonomik konularda halkın genel olarak hükümetlerden ‘ahlakilik beklentisi’ yüzde yüz seviyesinde değil. Amiyane tabir ile söyleyecek olursak, “yemek” ile “çalışmak” arasında yapılan kıyaslamada ikinci kısım çok daha ağır basıyorsa, genel olarak ülke ekonomisi de iyi ise, birinci kısım toleransla karşılanabiliyor. O yüzden son haftalarda ortaya çıkan rüşvet ve yolsuzluk iddialarının gerçek olma ihtimali bile tabanda büyük bir infiale neden olmuyor.
Yaşanan son krizin taraflarından olan Gülen Cemaati’ne duyulan öfke de ayrıca önemli bir etken. 2004’teki MGK toplantısında aleyhlerinde atılan imzadan, sonrasında ortaya çıkan fişlemelerden ve dershanelerin kapatılmasıyla ilgili taslaktan dolayı mağdur tarafta olsalar da, sonradan Cemaat’in “samimiyetsiz” olduğuna dair bir algı oluşmaya başladı. Bu algıya göre Cemaat “dış güçler” ile işbirliği içerisinde, ülkenin ve İslam âleminin zararlarına rağmen, kendi kurumsal “menfaati” için hükümeti çeşitli yollarla yıpratmaya çalışıyor.
Sözkonusu algıda Cemaat’in yayın organlarının, şimdiye kadarkinin tersine olarak, bir anda hükümet aleyhinde yoğun yayınlar yapmaya başlamasının etkisi inkâr edilemez. Ayrıca, son yolsuzluk operasyonlarının arkasında Cemaat’in olduğuna dair kanaat ile birlikte, özellikle de hükümet ve hükümet destekçilerinin görsel ve sosyal medya yoluyla aleyhte yaptıkları yoğun propagandalar da büyük rol oynuyor.
Son olarak, Başbakan Erdoğan kendi seçmen kitlesinin siyasi-kültürel hafızasını, ideallerini ve ‘hassas noktalarını’ iyi tanıyor; hitap ettiği zaman o noktalara dokunabilmeyi iyi biliyor. Din, cami, başörtüsü, CHP, 28 Şubat, istikrar, Türkiye’nin bağımsızlığı, İsrail gibi semboller bunlardan bazıları. Kişisel karizması ve onyıllar içinde edindiği itibar ve güven ile birlikte, iyi bir hatip olarak bu gibi sembollerle konuştuğu zaman seçmen kitlesini hızla ikna edebiliyor…
(Bu yazı ilk olarak 02.01.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)