(Bu yazı ilk olarak 09.01.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)
Biz Türkiyeliler, doğruyu doğru olarak, yanlışı da yanlış olarak tespit edip isimlendirme konusunda biraz farklı bir ‘mantık’ yürütüyoruz. Tam doğru ve yanlışı tespit etmek üzereyken, çoğunlukla duygusal olan yeni bir faktör devreye girince durumun adını koyamıyoruz. İtibar oluyor bu faktörün adı, grup menfaati oluyor, ülke çıkarları oluyor…
Onlar da zaman zaman bazı yanlışlar yapmış olsalar da, bizde peygamberlerin hataları konuşulmaz mesela. Kur’an’da açıkça da anlatılır bunlar; Hz. Âdem yasak meyveyi yemiştir, Hz. Yunus verilen görevi yerine getirmeyip kavmini terk etmiştir vs.
Buna yanlış ya da günah dememek için türlü yollar denenir, durum ‘kurtarılmaya’ çalışılır. Bu yanlışı duyanların peygamberlere saygısının azalacağından korkulur. Hâlbuki dinin sahibi, kendi kitabında bunlardan açıkça bahsetmiş, o hatalardan ders alınmasını istemiştir.
“Sahabe”nin yanlışlarına ‘yanlış’ denmez mesela. Farklı şekillerde izahlar getirilmeye çalışılır dinî kitap ve konuşmalarda. Kimi idarecilikte isabetsiz kararlar vermiştir, kimi kişisel ya da siyasi hırsına yenik düşüp binlerce insanın ölmesine neden olmuştur…
Bunlara açıkça ‘yanlış’ dendiği takdirde sahabeye olan saygı azalacak, dolayısıyla dinin ‘büyüsü’ bozulacaktır sanki. Hep o endişe ile konuşulur, olayların soğukkanlılıkla değerlendirilip oradan dersler ve prensipler çıkarılmasına engel olunur.
Tarihteki büyük ilim adamlarını kolay kolay eleştiremezsiniz. Örneğin Gazzali’nin İslam düşüncesinde, özellikle de Kelam alanında bir dâhi olduğunu teslim etmek ile Hadis alanında eksikleri olduğunu kabul etmek arasında aslında bir çelişki olmadığını anlatamazsınız.
Yanlışlarına yanlış derseniz onların itibarları sarsılacaktır, onların itibarları sarsılırsa da temsil ettikleri makamların ve nihayetinde İslam’ın itibarı sarsılacaktır! O yanlış ya sözkonusu edilmemeli, ya da bir şekilde “tevil” edilmelidir!
Tarihî şahsiyetler, örneğin Osmanlı padişahları da aynı şekildedir. Özellikle de muhafazakârların bir kısmı arasında bütün Osmanlı padişahlarının “veli zatlar” olduğu inancı yaygındır. O yüzden, bırakın içki içmelerini, en ufak bir siyasi hata bile yakıştırılmaz.
Osmanlı’nın aslında İslam’ın ruhuna hiç uygun olmayan bazı uygulamalarının varlığını çok yakın zamana kadar kesinlikle dillendiremezdiniz. Saltanat sisteminin İslam’ın devlet anlayışına ve prensiplerine tamamen ters olduğunu, kardeş katlinin İslam’da yerinin olamayacağını söyleyemezdiniz.
Atatürkçülerimiz de genelde pek farklı değil. Mustafa Kemal’in uyguladığı yönetim şeklini, sivil ve siyasi muhaliflerine yaptıklarını, benimsediği “ilkeler”deki ve yaptığı “inkılaplar”daki yanlışları kolay kolay masaya yatıramazsınız. Onlara yanlış denmesi karşısında şaşırtıcı tepkiler gösterilir, zorlamalı açıklamalara girişilir; Cumhuriyet’in temellerinin sarsılacağından korkulur.
Geçmişteki kişiler ve olaylar hakkındaki bu tür irrasyonel tutumlarımızın sonucunda, bugün sağlam bir düşünce disiplinine sahip değiliz maalesef. Neyin yanlış, neyin doğru olduğuna nasıl karar vereceğimiz, bunların karşısında nasıl bir duruş sergileyeceğimiz gibi çok temel konularda elimizde sağlam ilkelerimiz yok.
Bu yüzden, desteklediğimiz parti ve grupların bugünlerdeki yanlışlarının adını koyup hesap sorma, sesli bir şekilde eleştirme cüretini de gösteremiyoruz. Araya ‘bazı’ faktörler giriyor, hakikate karşı duruşumuz ânında bozuluveriyor. Sonunda ise ya yanlışlıkların üstünü örtme ilkesizliğini gösteriyoruz, ya da onlar, sözüm ona bir çeşit ‘değerli’ yanlışlıklar hâline geliyor.