Herhalde bütün düşünce ve ideallerin er ya da geç yaşayacağı en büyük çelişki ve kriz, anlam ile kalıp (form) arasındaki ilişkiyle ilgilidir.
Başlangıçta her şey sıcaktır, soyuttur; düşünceler, içinde bulundukları ortamlara göre şekillenebilecek esnekliktedir. Fikirler, doğdukları yerlerin kültür ve davranışlarını değiştirme kudretine sahip olabildikleri gibi, aynı zamanda, hayata geçerken o coğrafyanın kültürel ikliminden de doğal olarak etkilenirler.
Ama kısa bir süre içinde bu soyut hâl somuta, esneklik katılığa dönüştürülmek istenir. Anlamlar kalıplara dökülmeye çalışılır. Çekirdekler kabukların içine girdirilir. Bir standartlaşma, bir müesseseleşme telaşı belirir. Makul bir telaştır aslında bu; düşüncelerin kalıcı olması için, orijinal olanın bozulmaması için gerekli görülür.
İşte paradoks orada başlar. Anlamlar kalıplara girdikçe “gözden ırak” olacaklardır. Gözönünde olan ve konuşulan ‘kabuklar’ olurken, ‘çekirdekler’ çoğu zaman unutulmakla ya da ikincil konuma düşmekle karşı karşıya kalacaklardır.
Bu durum bazen öyle olur ki, kalıplar anlamların önüne geçerek daha önemli görülmeye başlarlar; hatta anlamının ne olduğu neredeyse hiç konuşulmayan şekiller kuşaktan kuşağa aktarılır.
Sonuçta ise, gerekli öğretim sistemi geliştirilmediği takdirde düşüncenin, ideolojinin ve dinin başlangıçtaki sıcak, soyut ve esnek hâlinden daha çok onun kalıba girmiş hâlinin önemsenmesi anlamında bir ‘şekilcilik’ (formalism) gelişir.
Bizim ahlak ve din anlayışımız da bu durumdan nasibini fazlasıyla almış, daha ilk dönemlerde başlayan anlamcılık-şekilcilik çatışması, aradan geçen yüzyıllar içinde hâliyle daha da büyümüştür.
Ahlakın bizde daha çok bazı davranış kalıplarına indirgenmesinde bu durumun payı hiç de az değil. Örneğin saygı, bizde şekilsel anlamda fazlasıyla önemsenen bir konu. Yaş, cinsiyet, makam, varlık gibi konularda oldukça hiyerarşik bir yapıda olan Türkiye toplumu, saygı gösterilmesi “gereken” kişilere karşı çok sayıda davranış kalıbı geliştirmiş.
Ama ‘gerçek anlamda insana saygı’ konusunda hemen herkes birbirinden şikâyetçidir. Sosyal ve siyasi yaşamlarımız, özel alan ve sınırlara, kişisel tercihlere, düşünce ve ifade haklarına saygısızlık örnekleriyle dolu.
Kültürümüzün kaynaklarındaki ‘insan anlayışının’ tezahürleri olarak ortaya çıkan ve önemli bir kısmı tarihsel olan bazı davranış kalıpları, zaman içinde ‘özlerinden’ daha da önemli hâle gelmiş bulunuyor.
Öyle ki, beklenen ‘saygılı davranış kalıplarını’ sergileyenler, her ne kadar saygının asıl anlamının gereğini yerine getirmeseler ve mesleki açıdan yeterli donanıma sahip olmasalar da ‘üstleri’ tarafından daha makbul görülebiliyorlar.
Saygının özünü daha çok önemsemelerine rağmen bazı davranış kalıplarının hâlâ geçerli olmasını eleştirenler ve onları yerine getirmekte isteksiz olanlar ise kişisel ve mesleki kalitelerine rağmen istenmeyen insanlar listesine dâhil edilebiliyorlar.
Kalıpları biz ‘gereğinden fazla’ önemsiyoruz, sonra da onları taşıyanların gerekli anlamlardan uzak olmalarından şikâyet ediyoruz.
Aynı sorun, selamlaşmadan giyim- kuşamımıza, adalet anlayışımızdan kutsal metinlere bakışımıza kadar çoğu konuda kendisini hissettiriyor. Şekilleri ‘gereğinden fazla’ önemsediğimiz her defasında anlamı ıskalıyoruz, özden kopuyoruz.
Anlamın ve soyutun dinamizmi ile şeklin donukluğu arasındaki dengede ağırlığın birincisinden yana basması gerekiyor. Aksi takdirde hep şikâyetçi olduğumuz ikiyüzlülüklerden, çifte standartlardan, içi boş davranış kalıplarından, yanlış din yorumlarından ve peşin yargılama hatalarından kurtulmamız zor görünüyor.
(Bu yazı 24.04.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)