Avrupa, bilhassa Kuzey Avrupa ülkelerinin toplumsal yapısını biraz yakından gözlemlediğiniz zaman dikkatinizi çekecek ayrıntılardan biri, küçücük çocukların kendilerine yeter hâlleridir.
Çocuklar kendi yemeklerini ve tatlılarını mümkün olan en küçük yaşta kendi elleriyle yemeye başlarlar. Erken bir yaşta yemekten kalkarken tabağını masadan kaldırma görevini, bir yaştan sonra da evdeki başka bazı sorumlulukları üstlenirler…
Bizde sorumluluk duygusunun yeterince pekişmemesinde ve genelde insanların kendilerine yeter bir hâlde yaşayamamasında, erken yaşlardan itibaren başlayan bu gibi ayrıntıları ihmal etmemizin payı oldukça büyük.
Aşırı korumacı bir tarzımız vardır bizim. Sorumluluğumuz altında bulunanları muhafaza etmeye çalışır, dış dünyanın tehlikelerinden sakınırız. Korunmaya muhtaç olduklarını ve sorumluluk alamayacak kadar da zayıf ya da yetersiz olduklarını düşünürüz.
Bunun temelinde ölçüsüz bir şefkat ve yine ölçüsüz bir sorumluluk duygusu olduğu kadar, aynı zamanda büyük bir otoriterliğin ve güvensizliğin de yattığı kanaatindeyim.
Mümkün olduğunca etrafımızdakiler üzerinde hegemonya kurmaya çalışıyoruz ve sorumluluğunu taşıdığımız veya bir şekilde otoritemizin altına aldığımız insanlara yeterince güvenmiyoruz.
Güven verdiğimizde “şımarmalarından” korkuyoruz; özgürleştiklerinde otoritemizin sarsılmasından, bizden uzaklaşmalarından, ellerindekinden daha iyisini görüp talep ederek başımızı ağrıtmalarından, şimdiye dek benimsedikleri fikirlerini değiştirmelerinden endişe ediyoruz.
Bu yüzdendir ki sevgi, takdir ve tebriklerimizi dile getirmek gibi konularda oldukça “tasarrufluyuz”, farklı olana kapı açmak konusunda ise gayet “titiz”.
Esas olan insana güvenmek ve “insan için” üretmek olması gerekirken, bizde daha çok, insanın yanlışa ve günaha meyli ve bundan dolayı ona karşı güvensizlik esas alınır; kararlar “insana karşı” ve “insana rağmen” alınır.
Bu sorun belli bir toplumsal ya da dinî gruba, belli bir siyasi görüşün sahiplerine has da değildir sadece; hepimiz bundan o veya bu oranda payımızı almış bulunuyoruz maalesef.
Çocuklar bu yüzden daha baskıcı ya da kontrollü bir ortamda yetişir, karı-koca ve gelin-kaynana ilişkileri bunun için kimi zaman krizle sonuçlanır, ideolojilerin yetkilileri kendi “adanmış” takipçilerine biraz da bu yüzden hor davranırlar.
Siyasi iktidarlar da bundan dolayı kendileri gibi düşünmeyen kişi ve kurumları çeşitli şekillerde baskı altında tutmaya çalışırlar.
İnsanlar ellerine imkân geçtiğinde birbirlerinin kıyafetlerine, okudukları kitaplarına, edindikleri arkadaşlarına bu yüzden sürekli müdahale ederler. Çünkü farklı dünya görüşünden insanlarla arkadaşlık yapan, farklı dinî ya da ideolojik yorumları içeren kitapları okuyanlar, sözüm ona “bozulma” tehlikesiyle karşı karşıyadırlar!
Öyle ya da böyle “edinilmiş” olan otoritemizi ve müdahale “hakkımızı” elimizden bırakmakta zorlanıyor, kontrolü kaybetmekten ve “ipin ucu”nun kaçmasından korkuyoruz.
İş öyle bir noktaya varıyor ki, sonuçta Tanrı’nın insanlara sunduğu özgürlük alanını kendi ellerimizle daraltıyor, O’nun verdiği “seçme hakkı”nı dahi fazla görüyoruz başkalarına.
Peki, otorite sahipleri tarafından o güven hissi verilmediği için mi insanlar yanlış yapmaya ve sorumluluktan kaçmaya daha meyilli oluyorlar, yoksa onlar yanlış yapmaya ve sorumluluktan kaçmaya zaten meyilli oldukları için mi her tür güç sahipleri onlara karşı otoriter ve güvensiz bir tutum içine giriyorlar?
Bir nevi yumurta-tavuk sorusudur bu, ve benim cevabım bellidir…
(Bu yazı 08.05.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)