Almanya’ya işçi olarak giden vatandaşlarımızın orada yaşayıp alıştıkları, tatile geldikleri zaman da Türkiye’ye adapte olmalarını zorlaştıran bazı konular vardır…
Küçükken “Almancı” akrabalarımın dost sohbetlerinde bu konularla ilgili yaptıkları bazı yorumları ayrı bir dikkatle dinlerdim. Konuşmalarda en dikkat çeken hususlardan biri, Türkiye memurlarının iletişim ve iş yapma tarzlarıydı ve bu durumdan çok şikâyetçilerdi.
Memurların vatandaşlara tepeden bakan, azarlayan, işin hızını kendi keyiflerine göre ayarlayan tavırlarını öfkeyle anlatırlardı. O öfkelerinin gerekçesi olarak söyledikleri özellikle bir cümle vardı:
“O memur benim ödediğim vergiyle orada duruyor!”
Aslında konu bu kadar basitti; vatandaş çalışıyor, kazancının bir kısmını bazı kamu hizmetlerini yerine getirmesi için devlete vergi olarak veriyor, devlet de o vergiyle vatandaşa hizmet götürme görevini üstleniyordu. Bu durumda vatandaş neredeyse memurun işvereniydi ve en azından işinin nezaketle ve zamanında halledilmesini beklemek en doğal hakkıydı.
“Almancı”ların bu özgüvenli öfkelenmeleri dinleyicilerin çok az bir kısmında bir ‘aydınlanmaya’ vesile olmakla birlikte, çoğunluk tarafından şaşkınlıkla karşılanırdı. Bir memura yapması gereken işin hesabını sormak ve memurun tepeden bakıp azarlayan tavrına karşılık onurunu koruyabilmek olacak iş değildi!
Okulda, hastanede, belediyede, askeriyede, emniyette ve diğer devlet kurumlarında azarlanmayı ve hatta dayak yemeyi kanıksamış bir halk için öylesi hareketler çok ütopikti; en iyisi ve ‘akıllıcası’ sesini çıkarmamak, devletle çatışmamak, bir an önce işinin hallolmasına bakıp kendi özel alanına çekilmekti…
Aradan geçen bunca zamanda, devlet-halk ilişkisinin niteliğinde ister istemez bazı değişiklikler oldu; şehirli ve eğitimli nüfusun artması, yeni neslin eskiye kıyasla daha özgür ortamlarda yetişmiş olması gibi faktörlerin bu değişimdeki payı büyük.
Bununla birlikte, iktidarlar üzerinde etkili olabilecek sayıdaki ‘çoğunluğun’ devlete karşı temel tutumu yine de aynı şekliyle muhafaza ediliyor. Sağlıklı bir demokrasinin işlemesinin önünde engel olan, devletin ya da iktidarların yanlışları karşısındaki bu hesap sor(a)mama hâlinin çeşitli nedenleri var.
Devletin ‘azameti’ ve baskısı karşısında on yıllarca, hatta yüzyıllarca ‘sindirilmiş’ olan toplumun; ‘ses çıkarması’ durumunda işlerinin aksaması telaşı, onur kırıcı muamelelerle karşılaşma endişesi, kendisinin ve ailesinin geleceğini bazı tehlikelere atma korkusu gibi nedenler bunların başında geliyor.
Gücü ve karizması karşısında ezilinen devlete, bilhassa yöneticiler bizim dünya görüşümüzü ve ideolojimizi benimsiyorsa, bir süre sonra adı konulmayan bir “masumiyet” (günahsızlık) ve kutsallık atfetmeye başlamak; son tahlilde devletin hep ‘haklı ve mazur’ olduğuna inanmak, diğer bir neden.
Bazı yanlışları kabul edilse bile sonuçta devlete “zeval gelmemesi”, onun zaafa uğratılmaması, yabancılar karşısında küçük düşürülmemesi gibi konulardaki aşırı titizlik de önemli bir etken. Çoğunluk itibariyle Türkiye toplumu, temelde oldukça ‘devletçi’ reflekslere sahip; kişiler ve gruplar devlet ile karşı karşıya geldiklerinde devletten yana tavır almayı, olaya toplumun değil de ‘devletin açısından’ bakmayı sabit bir tutum hâline getirmiş bulunuyor.
Son olarak, ideolojiler üzerinden kutuplaşmanın sonuçlarını da gözardı etmemek gerek: İktidar başka bir ideolojiden ise her hâlükârda şaşmaz muhalif olmak; iktidar bize yakın ise doğruya doğru, yanlışa yanlış diyememek ve ne olursa olsun toz kondurmama çabasına girişmek…
Her şeyden önce devlet ile olan ilişkimizin bu patolojik yanlarının giderilmesi gerekiyor; aksi takdirde, şimdiye kadar olduğu gibi, iktidarların yanlışlarını onaylayan ve savunan ‘sessiz çoğunluk’ bundan sonra da hiç eksik olmayacak…
(Bu yazı, 22.05.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)