Karl Marx’ın “Din halkların afyonudur” sözüne büyük oranda katılırım; ama biraz farklı bir hâliyle: Din, halkların afyonu olmaya çok müsait bir araçtır.
Dinler insanların acılarını hafifletir, daha sabırlı olmalarını sağlar, içinde bulundukları durumların, görülemeyen ve bilinemeyen bazı hikmetleri barındırabileceğini hatırlatır.
En büyük zulümlere maruz kaldığınızda dahi inancınızın verdiği güçle ayakta kalır, hatta çok huzurlu zamanlar geçirebilirsiniz. Fakir, mazlum ve mağdur olmanıza rağmen aynı zamanda dinin sunduğu öğretiler sayesinde mutlu da olabilirsiniz.
Özelde İslam için düşünecek olursak, ahiret hayatına ve oradaki hesabın varlığına olan inanç, müminleri karamsarlıktan uzaklaştırır. Orada “boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı” inancı, yaşanılan mahrumiyetler karşısında bunalımlara girmekten kurtarır.
Bununla birlikte, Marx’ın ifadesindeki anlam, dinin bu gibi faydalarını barındırıyor olsa da, kastettiği şey daha çok bu “mutluluk” hâlinin kaynağıyla ve getirdiği olumsuz sosyal ve siyasi sonuçlarla ilgili.
Marx’a göre din, sömürü ve baskıların ürettiği acıyı hafifleten bir yanılsama hâli veya kuruntudur; yönetici sınıfın hâkimiyetini meşrulaştıran bir mitler dizisidir. İnsan ürünüdür ve “toplumsal kontrolü” sağlayan bir mekanizma olarak iş görür.
Peki, bu bahsettiği durum İslam için geçerli midir?
Kaynağının insan mı Tanrı mı olduğu tartışmasını şimdilik bir yana bırakırsak, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi, İslam’ın da ilk dönemlerine bakıldığında ve sözkonusu inanç konularının o dönemdeki fonksiyonları incelendiğinde bu tezlerin pek doğru olmadığı sonucunun çıkacağını düşünüyorum.
İslam’ın teşekkülü, Risalet’in gerçekleştiği yirmi üç yıllık süreçte tamamlandı ve bu sürecin Mekke’deki ilk on üç yılı tamamen bir mağduriyet, direniş ve mücadele içinde geçti. İslam,Marx’ın iddiasının tersine, yönetici sınıfın hâkimiyetine ve zulümlerine, toplumdaki eşitsizliğe ve her türden adaletsizliğe karşı bir başkaldırı olarak ortaya çıkmış bir din.
İslam tarihi ve Hz. Peygamber’in hayatını anlatan Siyer kitaplarına göre, Müslümanlar bu ilk “Mekke dönemi”nde büyük sorunlarla karşılaştılar; işkenceler, cinayetler, üç yıl kesintisiz süren ekonomik ve sosyal boykotlar, tecrit, ve nihayetinde önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye yapmak zorunda kalınan “hicret”ler (göç).
Bu zor dönemde din, Müslümanlar için toplumsal yapıyı devam ettiren ve haksızlıklara karşı teslimiyeti teşvik eden bir fonksiyona sahip değildi. Aksine, ‘sabır ve umut içinde yılmadan direnmenin’, özgürlük ve adalet için mücadele etmenin en büyük yardımcısı, motivasyon kaynağı idi.
İroniktir; “meşru” ölçülere uygun olmayan bazı yöneticilerin iktidarda olduğu zamanlarda, örneğin Emeviler döneminde aynı İslam dini, ilk dönemdekinin tam tersi bir yönde istihdam ve istismar edildi.
Bazı Emevi halifeleri, yaptıkları bütün kötü, haksız ve adaletsiz yönetim şekillerine gelen itirazlara karşı dini ya da kendi dinî yorumlarını bir ‘kalkan’ ve ‘afyon’ olarak kullandılar.
“Kader” öğretisi ilk defa bu dönemde haksızlık ve yanlışlara karşı bir teslimiyet ve rıza aracı hâline getirildi ve böylece bazı yöneticiler zulümlerini “kader” üzerinden meşrulaştırmaya çalıştılar. “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” hadisinin zaman zaman, iktidarlara yönelik bazı itiraz ve eleştirilerin önünü kesmek için kullanılabildiği gibi…
Bu noktada şu sorunun yanıtını bulabilmek büyük bir önem taşıyor: Marx’ı haklı kıla gelen kadere teslimiyet öğretisini, adaletsizliğe direnme geleneği ile şekillenmiş İslami öğretide değil de, adil olmayan düzenlerini ayakta tutmaya çalışan yöneticilerin dayatması olarak anlamak ve kurgulamak mümkün olabilir mi?
(Bu yazı 29.05.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)