Akademik çevrelerde İslami camianın muteber aydınlarından olan bir ‘hoca’, sadece kitaplarından ve röportajlarından takip edebildiğim, fikirlerini önemsediğim biriydi. Geçenlerde bir üniversitede konferans vereceğini duyunca çok sevindim.
Konu ‘kanaat’ ve ‘ahlak’ kavramlarıyla ilgiliydi; İslam, kapitalizm ve ahlak üzerine ufuk açıcı bir konuşma dinleyeceğimi umarak üniversitenin yolunu tuttum.
Gelgelelim konferans, yaşadığımız ahlaki problemlerin ve her alandaki geri kalmışlığımızın sorumluluğunu dışarıya atmanın, ezbere bir Batı düşmanlığının, idealist bir gelenekçiliğin, ve erkek egemen bir söylemi İslami bir kılıfla sunmanın acı bir örneği olmaktan öteye geçemedi…
ÜÇ TABLO; ‘DAYATILAN’ BİR GERÇEKLİK Mİ?
19. ve 20. yüzyıl Batı’sında, merkezinde Osmanlı Devleti olan İslam dünyasını anlatmak için üç belirgin “oryantalist tablo” olduğunu söyledi.
Birincisinde kılıçla kafa koparan eli kanlı yöneticiler; ikincisinde ayakları zincirlerle bağlı, güzel, aşüfte cariye veya esir kadınlar ve onlara “şehvet kudurmuşu gibi” bakan erkekler; üçüncüsünde ise kahvede pinekleyen, tembel, pasif, hayatla irtibatı fevkalade zayıf “miskinler tekkesi” resmediliyor.
Hoca, bu üç tablonun da hâlâ Batı’nın İslam dünyasına yönelik algı ve söylemlerinde canlı olduğunu, Batılıların uzun yıllar vurguladıkları bu tasvirlerin bir müddet sonra İslam dünyasında kabul edildiğini ve benimsendiğini söyledi: “Yani kendilerine karşı yapılmış bir saldırı olarak algılanmaktan çıkmış, ‘sanki’ bizim gerçeklerimiz hâline gelmiştir.”
AVRUPA “KURGUSU”
Bu durumun bugün de başka bir şekilde devam ettiğini, örneğin Avrupa’ya gidenlerin, döndüklerinde “cennet tasvirleri” yaptıklarından şikâyet etti: “Caddeler süt dök yala kardeşim. Cüzdanını bir yerde unut, üç gün sonra git orada bul. Efendim, sözlerinde duruyorlarmış; hile-hurda yokmuş… Neresi ise buralar!” diyerek alaycı bir şekilde gülümsedikten sonra bunların “tamamen kurgu” olduğunu, yani “böyle bir şeyin olmadığını” savunduktan sonra şunları iddia etti: “Avrupa’nın büyük şehirleri İstanbul’dan daha güvensizdir, daha pistir. Güvensizlik hele, akıl almaz boyutlardadır; İstanbul cennettir yani, Londra’ya ve Paris’e göre!”
Bu tasvirleri yapanların üniversite hocaları olduğunu üzülerek ve şikâyet ederek söyledikten sonra da şu itirafı yapmaktan da çekinmedi: “Gerçi ben oralarda uzun müddet yaşamadım; teşehhüt miktarı bulundum ama…”
NAMUS KADINDA TEMERKÜZ EDERMİŞ!
Konuşmanın sonuna doğru namus kavramından söz açıldı. Bu vesileyle, “Şu anda şöhretli ve İslami camianın da iyi bir yazarı olan bir hanımefendi kardeşimiz” diyerek tanımladığı bir yazar ile arasında geçen bir hatırasını paylaştı.
Kadın yazar, Türkiye’de müslüman kadın problemini müzakere ederlerken, “Hocam siz de bu namus meselesini sadece kadınlar üzerinden konuşuyorsunuz!” demiş.
O da kendisini şöyle savunmuş: “Ne yapayım? Yani namusun kadında sembolize edilmesinden daha büyük, daha üstlenilecek ne olabilir? Kültürel olarak namus ve iffet kadında temerküz ve temessül ediyorsa buna sahip çıkılması gerekmez mi?”
Böyle bir savunmayla da yetinmemiş, üstüne üstlük bu eleştirisinden dolayı yazara bir parça da küsmüş: “Bunu bana söyledikten sonra, ben bu hanım arkadaşla bazı önemli meseleleri konuşma defterimi kapattığımı size söyleyebilirim.”
Neredeyse hepsini kadınların doldurduğu salonda itiraz sesleri yükselmediği gibi, bu yorumları onaylayarak başlarını sallayan çok sayıda kadın vardı; üstelik bunların çoğu İlahiyat Fakültesi öğrencileriydi!
Salondan çıktığımda hissettiğim şey büyük yeni bir hayalkırıklığı ve ülkede yaşanan sorunların en azından ‘zihnen’ çözülmesinden bile ne kadar uzakta olduğumuza dair bir ümit sarsıntısı idi…
(Bu yazı 19.02.2015 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)