“GERÇEK İSLAM” TARTIŞMASI

Paris katliamından beri, “Gerçek İslam bu değil” söylem ve çabasına yönelik yaygın bir eleştiri var. Temel itiraz noktasına katılıyorum; bu olaylarda ana problem, İslam’ın özünün ne olduğu ve Kur’an ayetlerinin tam olarak neler söylediğinden daha çok, müslümanların toplumsal ve siyasal ‘gerçekleri’. Gerçek İslam söylemi, bu gerçekliklerle yüzleşmeyi engelleyen veya öteleyen bir işlev görüyor.

Gerçek İslam” söylemine itiraz edenler, dinleri ne olursa olsun bu insanlar yine de terör yoluyla sorunlarına çözüm bulmayı tercih edeceklerdi demeye getiriyorlar, ki bu da kesinlikle ihmal edilmemesi gereken bir nokta. Dünyanın Marksizm gibi en eşitlikçi ideolojileriyle yola çıkanlardan diktatörlükler, Budizm gibi en barışçı dinlerinden de sayısız vahşi katliamlar çıkıyorsa, konunun felsefi tarafından ziyade sosyolojik tarafına bakmak daha makul olur.

Gerçek İslam” söylemi, diğer ‘gerçekler’ ile yüzleşilmesinin önünde engel olarak kullanılıyorsa yanlış ve zararlıdır tabii ki. Bu durumda müslümanların ‘gerçek İslam’ı üzerine değil, ‘gerçek sosyolojileri’ üzerine düşünmek gerekir.

Bütün bunlarla birlikte, sözkonusu İslam olduğunda, ‘gerçek’ İslam’ın ne’liği sorusunun, problemin tespitinde ve çözümünde yadsınamayacak bir yeri var. Çünkü mevcut İslami literatürdeki bazı eser ve yorumların, ve müslüman ülkelerindeki dinî eğitim müfredatının bu sorunlarla yakından ilgisi olduğu acı bir gerçek.

Ali Bardakoğlu’nun Taha Akyol’a söylediği gibi, “Bugün İslam dünyasında şiddet ve terör ile cihat/dini duyarlılık arasındaki farkı ayırt edemeyecek kadar iç dünyası öfke ve nefretle dolu binlerce gencimiz mevcut. Tabii onların bu ruh halinin birçok sebebi vardır. Ama birçok bölgede verilen dini eğitim ve bilgi de bu şiddeti meşrulaştıracak bir dizi argümanla dolu.

Konuyu tartışırken teoloji-sosyoloji ayrımı yapıp, bu konunun sadece sosyolojinin alanına girdiğini savunmak sağlıklı bir sonuç vermez. İslam teolojiden, yani bir inanç sisteminden ibaret bir din değil; ahlaki, siyasi ve hukuki alana dair sunduğu prensipleri, ve hatta bazı somut hükümleri var. İşte bu prensiplerin ve hükümlerin tespit ve yorumlanmasındaki farklılıklar, ya da ‘yanlışlıklar’, tartışmanın hayati bir yerinde bulunuyor.

Kur’an’ın yorumlanmasıyla ilgili olarak çözülememiş, ya da tefsirlerin çoğunda çözüldüğü hâlde halka mal edilememiş öyle konular var ki, mesela ülkemizde ve diğer müslüman halklar arasında yaygın olan antisemitizmin ve çoğulculuk karşıtlığının belki de en büyük nedeni bu problemle bağlantılı.

Örneğin Kur’an’da “Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmayın” şeklinde tercüme edilen bir ayete dayanarak diğer din müntesipleri ile münasebeti asgari seviyede tutmaya çalışan din adamları ve müslümanların sayısı hiç de az değil. Siyaset ve sosyolojideki sorunlar da eşlik edince, bu ayet sözüm ona “İslami” bir tavrın en sağlam dayanağını oluşturuyor.

Ayetin orijinalinde geçen “veli edinmek” fiilinin Arapçada hangi anlamlara geldiğini, bu ayette de siyasi anlamıyla kullanıldığı hususuna girmeye bile gerek yok. Sadece şu soruyu sormak, maksadın anlaşılmasına yardımcı olacaktır: Aynı Kur’an’da Yahudi ve Hıristiyanların kestikleri etlerin yenilebileceğini, yani yemekli misafirliklere gitmekte vs. bir mahsur olmadığını, yine Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla da evlenilebileceğini açıkça söyleyen ayetler de var. Ayetteki “veli edinmek” ifadesi dostluk ve arkadaşlık yapmak ile ilgili diye yorumlanacak ise eğer, o durumda Kur’an kendisiyle çelişmiş olmuyor mu?

Hâl böyleyken, yani bazı yorumlar çok ciddi bazı siyasi ve sosyal sonuçlara kaynaklık veya dayanaklık teşkil ediyor iken, birilerinin çıkıp da, “Hayır siz İslam’ı ve Kur’an’ı yanlış anlıyorsunuz; diğer din müntesipleriyle ilgili olarak İslam’ın ‘asıl’ prensipleri şunlardır” demesi anlaşılabilir, hattâ gerekli değil midir?

ÖLDÜRMEYECEKSİN!

OLAĞAN ÇATIŞMALAR

Bazı değerlerin zaman içinde çatışması son derece olağan. Kiminin kutsal olarak kabul ettiği diğeri için tamamen bir insan ürünü ve fantezisi, hatta doğrudan kötü ve ‘tehdit’ bile olabiliyor.. Dinî değerleri kutsal olarak kabul etmeyenin de kendince ayrı kutsalları olabiliyor ve o kutsallar kimi dindarlar için, din ile çatıştığı zaman önceliklerini ve itibarlarını kaybediyorlar.

İslam’ın neşet ettiği dönemde de hâliyle benzer karşılaşmalar ve çatışmalar vardı. İlginçtir; Kur’an “Allah katında tek din İslam’dır” dediği hâlde, diğer inanç sistemlerini ‘tanır’ ve onları “din” olarak tanımlamaktan ve anmaktan çekinmez: “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” Aynı şekilde Kur’an, “Allah’tan başka ilah yoktur” dediği hâlde, diğer inanç gruplarının taptıkları varlıkları “ilah” olarak tanımakta ve tanımlamakta bir beis görmez.

Müslümanları başka inançlara ve onların tanrılarına hakaret etmemek konusunda da uyarır: “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret ve küfür etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret ve küfür etmesinler.

Yapılması gereken, çoğulculuğu hazmedebilmek, ona göre bir davranış ve tepki prensipleri geliştirebilmek, başkasının kutsalına gereken asgari saygıyı gösterebilmek. Peki, başkası bizim kutsalımıza hakaret ettiği zaman ne yapacağız? İşte burası, müslümanların özellikle Batı karşısında sergiledikleri siyasetlerin açmazlarından birini ortaya çıkaran bir sorun.

MAĞLUBİYET PSİKOLOJİSİ

Müslümanlar Batı karşısında yüzyıllardır bir mağlubiyet yaşıyorlar. Üstelik sadece askerî, teknolojik ve ekonomik bir mağlubiyet de değil bu. Eğitimden ahlaka, eşitlikten adalete kadar çoğu konuda Batılılar en önlerdeyken, yolsuzluk, adam kayırmacılık, despotizm, çeşitli türlerde istismar gibi çoğu konuda müslümanlar genelde listenin ön sıralarında yer alıyorlar.

Müslümanların bir kısmı, yenildiği bir sezon sonunda bunu hazmedemeyip hırçınlaşarak hakeme, rakip takımların oyuncularına hakaretler edip saldıran, hızını alamayıp stadın koltuklarını parçalayan fanatikler gibi tepkiler veriyor. Ve bu hâl bir kısırdöngü yaratmaktan başka bir işe yaramıyor…

TAZİYE VE KINAMA

11 Eylül ve Paris katliamı gibi olayların arkasından kimse olaylarla hiç ilgisi olmayan diğer müslümanlardan özür ve kınama isteme hakkına sahip değil. Bu talep en azından bir saygısızlıktır ve dolaylı olarak bir itham anlamına gelir; İslam’ın ve müslümanların bu gibi cinayetleri desteklediğini ima eder.

Bununla birlikte, maktuller, yakınları ve o ülke vatandaşları için üzüntü ve taziyeler iletmek, katilleri ve o cinayetlerin ardındaki düşüncelerini kınamak her şeyden önce bir insanlık görevidir; çünkü her ne kadar Charlie Hebdo’yu yaptığı ırkçı ve tahkir edici yayınlarından dolayı tasvip etmeyecek olsak bile, ortada bir cinayet sözkonusu. İnsan ölümünün olduğu yerde diğer tartışmalar ikinci plana düşer; düşmeli…

Cinayetlerin İslam ile ne ilgisi var denemez; çünkü katiller cinayet işlerken bunu İslam adına yaptıklarını ifade ediyorlar. İslam’da “haksız yere insan öldürmek” en büyük günahlardan, malum. Bu cinayetleri ‘din adına’ yaptıklarını göstermek için de tekbir getiriyorlar. Bu durumda kendi İslam anlayışını bu canilikle bağdaştırmayan müslümanlara düşen vazife, bunu ilan etmek ve dinin nezafetine düşürülen gölgeleri gidermektir.

ALLAH’TAN ÖZÜR DİLEMEK

Tarihçi İbn Esîr’in naklettiğine göre, Uhud Savaşı sırasında Enes b. Nadr isimli sahabi, bir taraftan bir dinin peygamberine ve mü’minlerine hayat hakkı bile tanımayan insanlara bakarak, “Allah’ım, şunların yaptıklarından sana sığınırım” der. Diğer taraftan da, kendi peygamberlerini ve dinlerini ‘gerektiği gibi’ savunamayan müslümanlara bakarak, “Allah’ım, şunların yaptıkları adına da senden özür diliyorum” der.

İSLAM GERÇEKTEN EVRENSEL Mİ?

Müslüman dünyanın karşı karşıya kaldığı en önemli düşünsel problem, İslam’ın evrenselliğinin mümkün olup olmadığı sorusudur. Tabii buna bağlı olarak da İslam’ın mesajının esneklik derecesi, değişmeye açık yanlarının oranı, farklı yorumlara karşı tavrının ne olduğu soruları gelir art arda.

Hz. Muhammed ile birlikte sonuncusu tamamlandığına inanılan Risalet ve vahiy, kıyamete dek insanlığa yetebilecek bir dinamizme sahip midir? Sahip ise bu dinamizmin dayanakları ve teorik temelleri nelerdir?

Hemen hemen bütün müslüman düşünürlerin ve İslami hareketlerin altını ısrarla çizdiği “Kur’an’a ve Sünnete dönmek” prensibi, dinin aslını koruyup devam ettirmenin yanı sıra, aynı zamanda bir gericilik, tutuculuk ve bir açıdan da ütopya olma durumunu ima etmez mi?

İslam sadece inanç ve ibadet alanlarında öğretiler vaz eden bir din değil. Adab-ı muaşeretten giyim-kuşama, miras hukukundan ceza hukukuna, ekonomiden siyasete kadar çok geniş yelpazede emirleri, yasakları ve tavsiyeleri içeren bir dinin, her zamana ve her coğrafyaya hitap edebilmesi mümkün müdür?

Miras hukukunda kadına erkeğin yarısı kadar pay veren, hırsızlığın cezası olarak el kesmeyi emreden, çokeşliliğe izin veren, kölelik ve cariyelik müessesesini kökten kaldırmamış olan bir din, günümüz toplumlarına gerçekten hitap edebilir mi? Örneğin İslam hukuku, müslümanlar tarafından Avrupa’ya ideal bir model olarak sunulabilir mi?

Klasik dönem” müslüman düşünürlerinin tartıştığı ve çözümler aradığı bu sorular, bilhassaCemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh başta olmak üzere bütün “modern dönem” düşünürlerinin de gündeminde önemli bir yer işgal etti, hâlâ da etmeye devam ediyor.

Çünkü bir taraftan son yüzyıllarda Batı’nın siyaset, ekonomi ve düşünce alanlarındaki üstünlükleri karşısında şiddetli sarsıntılar yaşanıyor, İslam’ın da “aslında” bütün o alanlarda, teorik ve idealist de olsa önemli sözlerinin olduğu ispatlanmaya çalışılıyor.

Diğer taraftan da, müslüman dünyanın içinden bazı kişiler ve hareketler, ısrarla değişme karşısında direnmeye devam ediyor, İslam’ın yeni yorumlara ve yeni formlara kapalı olduğunu, eski hâliyle kendisine yeteceğini doğrudan ya da dolaylı şekilde iddia ediyorlar.

El-Kaide ve IŞİD, söylemleri ve eylemleriyle bu konuda en öne çıkan örnekler olarak dikkat çekse de, onlar gibi radikal ve şiddet yanlısı olmamakla birlikte, İslam’ı belli bir siyaset ve toplum anlayışıyla, çeşitli alanlardaki belli bazı formlarla sınırlandırma hâli müslüman toplumların hepsinde az ya da çok mevcut.

Batı’nın ‘meydan okumasına’ karşı cevaplar üretmeye çalışılırken, öte yandan ve aynı zamanda ‘içeride’ yaşanan fikir ayrılıkları, evrensellik tartışmasını tekrar hayati bir noktaya taşıyor.

Bütün insanlığa hitap etme iddiasıyla gelen bir dinin bazı müntesipleri, farklı dinler bir yana, nasıl oluyor da kendi ülkelerindeki farklı İslami yorumları dahi hazmedemez hâle geliyor ve gittikçe daha da kapalı, tutucu ve dışlayıcı bir hâle girebiliyorlar?

Cevabını önümüzdeki haftalarda arayacağımız asıl soru başka bir ifadeyle şudur: ‘İlahi’ ve ‘kutsal’ olanın sabit olması ile, dünyevi ve beşeri olanın değişimi, esnekliği ve çoğulculuğu zorunlu olarak gerektirmesi arasındaki gerilim nasıl aşılabilecektir?