Marjane Satrapi’nin Persepolis isimli iki ciltlik çizgi romanını henüz okuma fırsatı buldum. Kitap, başka birçok önemli konuyu ele almasının yanında, İranlı bir kadının küçüklüğünden itibaren ülkedeki siyasi ve toplumsal gelişmelere dair gözlemlerini içeriden bir gözle değerlendiriyor. Sırf bu açıdan bile okuyucunun ilgisini çekmeyi başarabiliyor.
Özellikle 1979’daki “İran İslam devrimi” sonrasında yaşananları günümüz Türkiye’sinin bazı hâllerine benzerliğinden dolayı ilgiyle okudum. Din adına insanların hayatlarını sınırlandırmalar, kıyafetlere ve evlerdeki eğlence tarzlarına kadar müdahale etmeler, kendi benimsediği siyaset ve din anlayışını bütün halka dayatıp devlet eliyle sokak sokak kontrol altında tutmalar, ve bunların sonucunda halkın çok önemli bir kısmının ‘ikiyüzlü’ ya da ‘takiyyeci’ bir yaşam tarzına zorlanması, bir kısmının da devletin resmî ideolojisi olan dinden ve dindarlardan nefret ederek ülkeyi terk etmek zorunda kalmaları…
İktidarların, farklı yerlerdeki ‘yetki’ sahiplerinin, ellerindeki güçleri kullanarak kendilerine benzemeyenleri, kendileri gibi düşünmeyenleri birer tehdit gibi görüp göstermeleri, onları sindirmeye çalışmaları, farklı yollarla baskı altına almaları, ülkemizde de eskiden beri çok yabancısı olmadığımız bir durum.
Tepeden inmeci, tebaasını kendi doğruları istikametinde terbiye etmeye çalışan, hiyerarşinin hemen her yerde işlemekte olduğu bir devlet ve toplum yapısında altta olanların, baskı altında bulunanların, tehdit olarak görülen ve tehdit edilenlerin kendilerini gizlemeleri ise bir yerden sonra ‘doğal’ hâle geliyor.
Hâl böyle olunca da, kendini ‘ele vermemek’ için ismini değiştirmeler ya da çocuğunun ismini koyarken otoritelerce ‘makbul’ görülen bir isim verme endişesi taşımalar az olmuyor. Kendi aidiyetlerini, milletini, mezhebini, okulunu, cemaatini, derneğini, okuduğu gazetesini ‘her ihtimale karşı’ saklamaya çalışmak, toplumda çokça rastlanan bir durum hâline geliyor.
Henüz çok yakın tarihimiz bile eşinin başörtüsünü göstermemek için türlü bahaneler bulmak zorunda kalmanın, içki içmediğini belli etmemek için kendine çıkış yolları aramanın, namaz kılmıyor ve oruç tutmuyormuş gibi davranmanın, makbul bir Kürt olduğunu ispatlamak için hâlden hâle girme telaşının, Alevi ve Ermeni kimliklerinin ancak fısıltı hâlinde konuşulabildiğinin örnekleriyle dolu.
Baskı karşısında kendisini koruma ihtiyacı hisseden bir insanın kendisini gizlemesinin ve olduğundan farklı göstermesinin İslam literatüründeki adı, “takiyye”. Pek çok ahlak görüşünde olduğu gibi İslam’da da, ‘bir yere kadar’ meşru görülen bir tutum; hayati bir tehlikeyle karşılaşma durumundaki gibi. Demokrasinin yeterince yerleşmediği ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir siyasal iklimde insanların kendilerini oldukları gibi ifade edememeleri ve ajandalarındaki gündemlerini bütün açıklığıyla sergilememeleri, kaçınılmaz bir biçimde toplumsal ahlaka da yansıyor ve bazı olumsuz sonuçlar doğuruyor.
Mehmet S. Aydın, siyasi ve sivil hareketlerin şeffaflık sorununu aşmalarının da önündeki en büyük engellerden biri olan bu siyasi iklimin ahlak alanındaki yozlaştırıcı yansımalarını “Takiyye ahlakı” olarak isimlendirir ve bütün İslam dünyasında belli ölçülerde var olduğunu söyler. Ona göre, “İnsan haklarına yeterince riayet edilmediği, düşünce ve vicdan özgürlüğü alanlarının yeterince geniş olmadığı, despotik, dayatmacı, ‘doğruyu sadece ben bilirim’ci anlayışların hâkim olduğu, hele bir de işin ucunda silahın bulunduğu toplumlarda ‘Takiyye ahlakı’bir siyaset hâline gelir”.
Sözkonusu ‘olumsuz sonuçları’ başka bir yazıda ele alalım…
(Bu yazı 17.07.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)