MUHAFAZAKÂRLIK

Türkiye’nin, dinî kimliklerini diğer kimliklerinin önünde tutan ve hayatlarının merkezine İslam’ı koyma kaygısını taşıyan insanları, onlarca yıldır “muhafazakâr” sıfatıyla anılırlar, kendileri de bu sıfatı sorunsuz benimserler.

Muhafaza edilmeye çalışılan başta dinî değerler ve dinî kimlik, sonra da gelenekler ve “milli” değerlerdir; Batılılaşma rüzgârına karşı, sekülerleşmeye karşı, dine ve dindarlara yönelik ülke içinde uygulanan sosyal ve siyasi baskılara karşı bunların muhafaza edilmesi gerekmektedir…

Sözkonusu baskı ortamı öyle bir hâldeydi ki, yakın zamana kadar nasıl ki Kürtler Kürt olduklarını söyleyemiyor ve öyle anılamıyor, ancak “doğulu” ya da “güneydoğulu” olabiliyor idilerse, dindarlar da çeşitli nedenlerle çoğu kamusal ortamda ancak “muhafazakâr” olabiliyorlardı. Bu durumda, her ne kadar çok yanlış bir uygulama olsa da, Türkiye’de ‘muhafazakâr’ ile ‘dindar’ kavramları zamanla eş anlamlı olarak kullanılır hâle geldi.

Siyasal atmosfere hâkim olan baskıcı ve militarist laikliğin sonucu sadece bu yanlış isimlendirmelerden ibaret kalmadı. Ülke normalleşmediği için kavramlar, kimlikler, yaşam tarzları, davranış kalıpları ve düşünceler bir türlü kristalize olamadı, anlamları sübjektif olan semboller ortalığı kapladı ve inanılmaz bir biçimde çift yüzlülükler gelişti.

Olumsuz hava, düşünce dünyalarına ve eylemlerine derinden etkilerde bulundu. Örneğin fıkıh, yani İslam hukuku düşüncesi, çoğunlukla, mevcut şartlarda Müslüman kimliğiyle ayakta kalabilmenin ve “laik düzende” İslami yaşantıyı muhafaza etmenin yollarını aramak üzerine yoğunlaştı. Yeni bir İslam hukuku metodolojisi ve anlayışını geliştirmek, yeni içtihatların ve içtihat metotlarının önünü açmak, o şartlar altında biraz ‘lüks’ olarak görüldü; aslolanın ‘eldeki’ birikimi korumak olduğu düşüncesi baskın geldi.

İlginçtir, aynı zamanda hayatı yaşayan, ekonomi ve siyaset gibi çeşitli alanlarda rakipleriyle mücadele eden dindarlar, hayattan ve ülkedeki gerçeklerden geri kalmadılar. Her alana onlar da bir şekilde girdiler, ama işte o girişlerde fıkıh sadece onların yollarını açıcı, hâllerini meşrulaştırıcı, içlerini rahatlatıcı bir fonksiyon icra etti.

Bu aslında İslami düşüncenin bir çıkmazıydı. Hem siyasi, hem sosyal, hem de psikolojik durum, sağlıklı ve özgün bir yeni düşünceyi geliştirmeye uygun değildi. Her an bir baskı ve saldırıyla karşılaşılabilecek bir ortamda devamlı bir kendini ‘koruma’ ve ‘gizleme’ refleksi gelişti. Zaten üretilmesi muhtemel düşünce sistemlerinin de ülke şartlarında hayata geçirilmesi pek mümkün görünmüyordu.

Yaklaşık son on yılımız, içinde barındırdığı sorunlarla birlikte, önemli oranda normalleşilen bir süreç oldu; isimler, kimlikler ve kavramlar az da olsa yerlerine yerleşmeye başladı. Böylelikle, geçmişten gelen olumsuz etkiler ve izlerin üstü şimdi, dindarların kendi kimlik ve birikimleriyle sahneye çıkmalarıyla birlikte rahatlıkla açılıyor olduğu için sorunlar henüz görünür hâle gelmeye, muhafaza edilen paketlerin nitelikleri henüz ortaya çıkmaya başlıyor.

Bir şeyleri muhafaza etme refleksinden kurtuldukça dindarların önüne üç seçenek çıkacak gibi görünüyor: ya artık kendi özgün ve sağlıklı düşünce sistemlerini geliştirecekler, ya resmen ve fiilen sekülerleşecekler; ya da prensipsiz, pragmatist ve ‘fetvacı’ bir çıkmaza doğru ilerleyecekler.

(Bu yazı 03.07.2014 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s